Tarih 16 ve 18. Yüzyıl Arasında Siyasal Bir Etki Mekanizması Olarak Halifelik ve Papalık Kurumlarının Niteliksel Bir Karşılaştırılması

Dil Seç :
Hızlı Kategoriler
 

Halifelik Kurumunun Tarihsel Gelişimi​

Eki Görüntüle 2774
Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzyıllar boyunca önemli bir dini kurumu olarak varlığını sürdürmüş olan halifelik kurumunun kökeni ve temeli, imparatorluğun kuruluş döneminin son yıllarına kadar dayanmaktadır. Bu önemli kurum, devlet yapılanmasında dini bir mekanizma olarak ortaya çıkması ile birlikte, kimi zaman devletin siyasi kararlarının alınmasında da etkili bir kurum haline gelmiştir. Halifelik kurumunun ortaya çıkış sürecinden bahsetmeden önce “halife” sözcüğünün kökenini incelemekte fayda vardır. Halife sözcüğü, Arapça’daki half kökünden türetilmiş olmakla birlikte, birine vekalet etme, ardılı olma anlamlarına gelmektedir. Ardıl olma anlamındaki halife kelimesi, kendilerini İslam devleti olarak tanımlayan Müslüman devletlerin İslam dininin temsilciliğini sürdürme anlayışını benimsedikleri söylenebilir.

İslam dininin son peygamberi olan Muhammed’in 632 yılında vefat etmesi ile Arap Yarımadası’ndaki Müslüman kabileler arasında halifeliğin kim tarafından temsil edileceğine dair çeşitli ithilaflar ortaya çıkmıştır. Daha sonra Ebu Bekir ve çevresindekiler halifelik sıfatının sahibinin Ebu Bekir’e ait olduğunu, böylece İslam Devleti’nin başkanlığını da yine Ebu Bekir’in yürütmesi gerektiğini iddia ettiler.[1] Ömer’in halife olmasını isteyen diğer kesimin de Ebu Bekir’in lider olması gerektiğini kabul etmesi ile Muhammed’in ölümünden sonraki ilk İslam Devleti başkanlığı bu şekilde tecrübe edilmiştir. Ebubekir’in halifeliği döneminde (632-634) dini bir değer taşıyan halifelik kavramı bunun yanında siyasi bir değer de kazanmaya başlamıştır. Fetihlerin ekonomik anlamda bir zenginleşme faaliyeti olarak görülmeye devam edilmektedir. Bu amaçla fetihler Halife Ebubekir döneminde hızlandırılmıştır. Halifelik dönemi boyunca iç karışıklıkları bastırmasının yanı sıra Doğu Roma üzerine seferler düzenleyen Ebu Bekir döneminde, halifelik bu siyasi kararların temel meşruiyet kaynağı olmuştur. Halife Ebu Bekir’in 634 yılında vefat etmesiyle yerine geçen Halife Ömer döneminde (634-644) ise İslam devleti görece daha güçlü hale gelmiş, sınırlar Kuzey Afrika ve Kafkasya’ya kadar genişletilmiştir.

Bunun yanında Halife Ömer döneminde devletin idari yapılanması konusunda büyük gelişmeler kaydedilmiş, “divan” adı verilen ve günümüzde genel müdürlükleri veya bakanlıklara denk gelen yapılar kurulmuştur. Böylece halifelik sıfatının etkisi ile İslam coğrafyasında yaşayan halka karşı adil davranmak ve halkın hakkını gözetmek amacı taşıyarak kurulan divanların İslam devletinin daha etkin ve işlevsel çalışmasını sağladığı görülmektedir.


Halife Ömer’in vefatının ardından halifeliğe geçen Halife Osman döneminde (644-656) ise İslam Devleti’nin toprakları en geniş sınırlarına ulaşmış ve ancak fetih bölgelerinin ekonomik olarak zengin olmaması, merkeze uzak olması gibi sebepler yüzünden beklendiği kadar başarılı olamamıştır. Bu sebeple zayıflamaya başlayan devlet ekonomisi ekonomik bunalımı da beraberinde getirmiş ve halk arasında olumsuz düşüncelerin oluşmasına neden olmuştur. Öte yandan Emevi soyundan gelenlerin devlet yönetiminde önemli mevkilere getirildiği ve kayırıldığı iddiası ortaya atılınca Müslüman halk arasında bir anlaşmazlık ortaya çıkmıştır. Tüm bunların sonucunda iç karışıklıklar baş göstermeye başlamış ve bu karışıklıklar Halife Osman’ın suikast ile öldürülmesi ile sonuçlanmıştır. Wellhausen’in tabiriyle “Osman’ın ölümüyle İslam toplumu siyasi ve dini fırkalara ayrılmış ve iç savaşların Janus kapısı bir daha kapanmamak üzere açılmıştı.” Halife Ali’nin halifeliği devralmasından itibaren başlayan dönem (656-661) içerisinde fetihler tam anlamıyla durmuş, iç karışıklıklar devam etmiş ve Müslümanlar arasında ilk çatışma ve ayrılıkların ortaya çıktığı bir dönem olarak ön plana çıkmıştır. Emevi soyundan gelen Muaviye’nin kendisinin halife olduğunu iddia ederek Halife Ali’ye karşı bir mücadele yürütmüştür. Sonrasında Muaviye’nin Halife Ali’ye suikast düzenleyerek öldürmesi ile “Dört Halife Dönemi” olarak adlandırılan bu dönem kapanmış ve Muaviye halifeliğin Emevi Devleti’ne geçmesini sağlamıştır.

Erken Dönem Halifelik Kurumunun Nitelikleri ve Özellikleri​

Muhammed’in ölümünden sonraki dönem olan “Dört Halife Dönemi”, İslam Devleti’nin halifelik kurumu ile birlikte varlığını sürdürmeye devam etmesi ve yine bu kurumun etkisi ile devletin sınırlarının genişletildiği bir siyasi deneyim olarak ön plana çıkmıştır. Halifelik kurumu bu tarihlerden itibaren dini işlevinin yanında siyasi işlevinin de şekillenmesi ile devlet yönetiminde bir meşruiyet aracı olarak önem kazanmıştır. Merkezi bir yönetim aracı olarak halifelik; Muhammed’in ölümünden sonra Arap Yarımadası’nda askeri ve siyasi gücün tek bir elde toplanarak, fetihlerin düzenli biçimde sürdürülmesi konusunda işlevsel bir kurum olarak ön plana çıkmıştır.

Öte yandan yukarıda anlatılan gelişmeler ışığında, erken veya ilk dönem başlığı altında adlandırabileceğimiz bu tecrübenin ve hilafet kurumunun niteliklerini incelemekte fayda vardır. Her şeyden önce hilafet kurumu, İslam devletinin dini-siyasi politikalarının yürütülmesi anlamında önemli bir karar mekanizması olarak gelişme göstermiştir. Böylece devletin başındaki yönetici aynı zamanda tüm Müslüman coğrafyasının yöneticisi konumunda bulunarak, düzenlenen fetihlerin meşruiyet kaynağını oluşturmaktaydı. Ayrıca ilk halifelerin yetkileri Kuran ve Muhammed’in belirlediği temel kurallar üzerinden şekillendirilmişti. Erken dönem halifelik kurumunun bir diğer özelliği olarak, İslam dünyasına liderlik edecek yöneticiler demokratik bir seçimle değil, Medine’nin ileri gelenleri tarafından seçilerek başa gelmekteydi. Bu seçim tarzı Halife Ali döneminden itibaren hilafetin farklı güç odakları tarafından ele alınmak istemesi sebebi ile çıkan çatışmalara neden olmuştur. Dört Halife Dönemi’nin bir diğer özelliği ise halifelerin gösterişten uzak ve sade bir yaşantı sürümelerinin yanında Müslüman coğrafyada yaşayan halkın hukuki olarak adil, sosyal olarak ise refah içinde bir hayat sürmelerine dikkat etmiş olmalarıdır. Hilafetin etkisi yalnızca bunlar ile sınırlı kalmamış, fetihler sonucu ele geçirilen bölgelerin ticaret yollarını kontrol altında tutma, devlet kayıtlarının tek elden tutulması gibi önemli ekonomik sonuçlar doğuracak derecede devlet yönetiminde etkili olmuştur.

Eki Görüntüle 2775
Emevi Devleti’nin En Geniş Sınırları​

Klasik Dönem Osmanlı Hilafeti ve Kurumsal Özellikleri (1453-1700)​

Halifelik sıfatının resmi anlamda Osmanlı İmparatorluğu’na geçişinin 1517 yılında Mısır Seferi sonucunda Abbasilerde bulunan halifeliğin Yavuz Sultan Selim’e geçtiği bilinmektedir. Ancak Sultan Selim döneminden önce de I.Murat tarafından halife sıfatının diplomatik belgelere yansıtılarak bu sıfatın erken dönemdeki hilafet ve halifelik anlayışından farklı olduğu, Müslüman coğrafyadaki adaletin ve istikrarın sağlanma hedefinden ziyade daha baskın bir siyasal anlam kazanarak İslam dünyasının güç odağı olma yolunda bir anlayış kazanmıştır. Daha sonra Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481) padişahın tasavvufi liderlere yakın bir duruş sergilemesi, bir halife ve devlet yöneticisi olarak Sultan Mehmet’in iktidarını güçlendirdiği şeklinde yorumlanmıştır. Bu duruma paralel olarak 1453 yılında İstanbul’un fethedilmesi ile birlikte halifelik sıfatının kullanılmaya devam edilmesi, Osmanlı devletinin yükselişine paralel olarak yöneticilerin de kendilerini bu yükselen devlet ile birlikte İslam dünyasının temsilcisi olarak ilan ettiklerinin bir göstergesi sayılabilmektedir. Yavuz Sultan Selim döneminden (1512-1520) itibaren halifeliğin Osmanlı İmparatorluğu ve yöneticilerine geçmiş olması ile birlikte devletin resmi ideolojisi siyaset ve dinin iç içe geçtiği bir anlayış ile şekillenmeye başlamış, ilerleyen dönemlerde de siyasi kararlar alınırken din-devlet ilişkisi ekseninde değerlendirilmeye devam edilmiştir. Diğer bir deyişle, bu dönem itibariyle Osmanlı yöneticileri kendilerini Hristiyan dünyasına karşı İmparatorluğun sınırları sayılan İslam toprakları ile birlikte, kutsal topraklar olarak adlandırılan Mekke ve Medine’nin savunucusu ve koruyucusu olmanın yanında, İslamı yaymak için görevli olan Tanrı tarafından seçilmiş kişiler olarak tanımlamaktaydılar. Kısaca Yavuz Sultan Selim dönemi ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun hem dünya genelinde hem de İslam dünyasında siyasi anlamda saygınlığının artmış olduğundan söz edilebilir.

Kısa zamanda yükselen bir güç haline gelen Osmanlı İmparatorluğu, genişleyen toprakları ile birlikte bürokrasi kurumlarını ve bu kurumların işleyişleri hakkındaki düzenlemeleri de bu gelişmelere paralel olarak gerçekleştirmiştir. Halifelik kurumu ve halifelik sıfatının siyasal meşruiyet kazandıran bir devlet aygıtı olarak yönetici sınıfı tarafından kullanılmaya devam edilmesinin yanında hilafet kurumu içerisinde yer alan bazı mekanizmalara da yeni anlamlar yüklenmiştir. Yılmaz’a (2018; 195) göre, hilafet kurumunun sultanlığın siyasi anlamını dönüştürmüş, böylece sultanlık hilafet ile birleştirilerek daha üstün ve güçlü bir yönetim şekline evrilmiştir. Öte yandan Kanuni Sultan Süleyman döneminden (1520-1566) önceki dönemlerde belirgin biçimde halifeliğin Hristiyan dünyasına karşı yürütülen “gaza” anlayışı ile birlikte bir fetih politikası olarak işlev gördüğü bilinirken, 16. yüzyıldan itibaren halifelik kurumunun Şii İslam anlayışına karşı yürütülen bir mekanizma haline geldiği de görülmektedir. Bir başka açıdan 16. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda daha sonra “Celali Ayaklanmaları” olarak adlandırılacak olan isyan ve ayaklanmaların temeli sayılabilecek bazı hareketler cereyan etmeye başlamıştır. Bu isyanlar devlet yönetimine karşı dini nitelikte bir başkaldırı olarak devlet yönetimini tehdit etmiştir. Bu noktada Osmanlı siyasi iktidarı, yaşanan isyan ve gerileme ile birlikte, halifeliğin beraberinde getirdiği dînî söylemlerden daha fazla yararlanma yoluna gitmiş, ayaklanmalar ve isyanlar karşısında meşruiyet ve ideoloji sorununu hilafet kurumunun sultana bahşettiği meşruiyet ile çözme yoluna gitmiştir. 17. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu artık halifeliğin tek temsilcisi olarak kendisini görmeye başlamıştır. Hatta 18. yüzyıl itibariyle halifelik adına değinilebilecek önemli gelişmelerden birisi de 21 Temmuz 1774 tarihinde Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’na göre Müslümanların çoğunlukta olduğu bir toprak parçası olarak Kırım Hanlığı kaybedilmiş, ancak bu bölgede yaşayan Müslümanların Osmanlı halifeliğine bağlı olduğu ilk kez siyasi bir antlaşmada yer almıştır. Bu anlamda uluslararası alanda halifelik kurumunun varlığının tanınması ve temsilcisi olarak Osmanlı Devleti’nin muhattap alınması açısından Küçük Kaynarca Antlaşması önemli bir yer tutmaktadır.

Papalık Kurumunun Tarihsel Gelişimi​

Hristiyanlık dininin önemli kurumlarından birisi olan papalık, ortaya çıktığı dönemden itibaren Papalık Batı Roma’nın 476’da yıkılmasıyla birlikte ortaya çıkan güç boşluğundan fırsat bularak Avrupa tarihinde hem güçlü bir dini otorite olarak ön plana çıkmış, hem de kurumsallaşmaya başladığı 8. yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasi bir işlev kazanarak Hristiyanlık dininin Avrupa tarihini şekillendirmesinde önemli bir rol oynamıştır. Hristiyanlığın imparatorluklar üzerindeki etkisi ile ortaya çıkan papalık, Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak kabul edildikten sonra imparatorluk içinde önemli bir yapı haline gelerek, günümüzde de temsili olarak hala varlığını sürdüren bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hristiyanlık dininin öğretileri İsa’nın ölmeden önce işaret ettiği halefi olarak seçmiş olduğu havarilerinden biri olan Aziz Petrus’un gösterildiğini ve Petrus’tan sonra gelen halefiler “papa” olarak adlandırılmıştır. Böylece papalar İsa’nın ölümünden sonra Hristiyan dünyasının liderliğini temsilen yürüten kişiler olmuştur. Daha sonra Roma İmparatoru I.Constantin döneminde (MS 306-337) Hristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak kabul edilmiş ve böylece Hristiyanlık dini bir yayılma alanı da elde etmiştir. Bu anlamda Hristiyanlığın etkili bir kurum olarak yükselişi Orta Çağ’a denk düşmektedir. Bu yükseliş dini etkinin artmasının yanında siyasi bir yükselişe de işaret eder. Kilise zaman içinde kendi topraklarına sahip olarak Bizans İmparatorluğu içerisinde etkisini artırmış ve güç kazanmıştır. Özellikle papanın aforoz gibi hem dini hem de siyasi olarak nitelendirilebilecek bir yetkiye sahip olması papalığın güçlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Tarihte bunun ilk örneklerinden birisi olarak, 756 yılında Lombardlar’ın saldırılarına karşı Frank Kralı Pepin’den yardım isteyen Papa II.Stephen, bunun karşılığında Pepin’in ailesinden olmayan birisini kral olarak tanımayarak aforoz edeceğine ve papaya Orta İtalya’dan belirli toprakların verileceğine dair bir antlaşma yapmıştır. Böylece papalık, dini bir otoriteye sahip olmasının yanında dünyevi bir otoriteyi de kurma yoluna girmiştir. 9. yüzyılda Karolenj İmparatoru Şarlman’ın ölümüyle güç boşluğu içerisine düşen Avrupa, papalık kurumunun ahlaki bir otorite olarak ön plana çıkması ile birlikte Hristiyanlığın merkez olmaya başladığı bir döneme giriş yapmıştır.

Eki Görüntüle 2776
Şarlman Dönemi’nde Karolenj İmparatorluğu Sınırları​

Yeni Çağ Döneminde Papalık ve Kurumsal Özellikleri​

11. yüzyıldan itibaren daha kurumsal bir hal almaya başlayan papalık, 13. yüzyıla kadar Ortadoğu’da Müslümanların elinde bulunan kutsal yerlerin ele geçirilmesi amacıyla düzenlenmiş olan ilk Haçlı Seferleri sebebiyle bu tarihlerde Bizans İmparatorluğu ile sıkı bir ilişki içerisinde olmuş ve seferlerin meşruiyet kaynağının inşa edilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Hatta Haçlı seferleri boyunca kilise ve hükümet sermaye yaratılması ve seferler için yeterli insan gücünün toplanması anlamında birbirleri ile uyum içerisinde hareket etmişlerdir. Bu noktada kilise, Haçlı seferleri için gerekli dini meşruiyet kaynağını sağlarken, imparator da böylece kendi sermayesini artıracak ve kiliseyi de bu sermayenin bir ortağı yapacaktır. Orta Çağ sonlarına gelindiğinde papalık kurumu Hristiyan dünyası üzerindeki otoritesini artırmaya devam etmiştir. Bu otorite 17. yüzyıl ortalarına kadar elde ettiği siyasal güç ile birlikte, papalık artık krala ve onun gücüne karşı da meydan okuyacak kadar güçlü bir konuma ulaşmıştı. Ancak bu otorite 16. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan Rönesans ve Rönesans etkisinde gerçekleştirilen Protestan Reformu ile sarsılmış ve papalık kurumu bir yozlaşma içerisine girmeye başladığı görülmüştür. Bu anlamda papaların rüşvet ve yolsuzluk ile seçilmiş olmaları, bu kuruma uygun düşmeyecek şekilde gayri meşru çocuklara sahip olmaları ve zenginliğe düşkün hale gelmeleri yönünden birçok eleştirinin odağı haline gelen bir kurum olmuştur.

Bu dönem içerisinde Papalık kurumunun siyasal işlevi dini işlevinin önüne geçerek, ahlaki sorumluluklardan yoksun ve bir meşruiyet aracı olarak görülen bir kurum halini almıştır. Ancak bu siyasal otoriteye uluslararası sistem tarafından vurulan büyük bir darbe olarak, Otuz Yıl Savaşları sonrasında imzalanan 1648 Vestfalya Antlaşması ulus-devletin temellerinin atıldığı bir tarih olarak kabul edilmesinin yanında Avrupa düzenin temelinin impartoruk veya dini inançlar değil, egemen devlet olduğu tescil edilmiştir. Böylece papalık uluslararası sistem tarafından görece daha zayıf bir konuma itilmiş ve otoritesinin ortaklarından birisi olan imparatorun yerini egemen devlet almıştır. 17. yüzyıl itibariyle Aydınlanma Çağı etkisinde şekillenen Avrupa’da papalık artık güç mücadelesine giremeyecek kadar zayıf bir konuma düşmüş ve varlığını tehdit edecek noktaya gelen tarihsel gelişmelerle karşı karşıya kalmaya başlamıştır.

Hilafet ve Papalığın Niteliksel Olarak Karşılaştırması​

İki dini kurumun da tarihsel gelişim süreçleri dikkate alındığında, eski ve köklü bir geçmişe sahip oldukları görülmekte birlikte içinde bulundukları tarihsel bağlamdan ayrı olarak ortaya çıktıklarını düşünmek yanlış olacaktır. Hilafet kurumunun Muhammed’in ölümünden sonra İslam Devleti’nin yönetimi ve idaresinin yürütülmesi ihtiyacı ile ortaya çıktığı görülürken; papalık kurumunun ise İsa’nın ölümünden sonra Hristiyan öğretisinin devam ettirilmesi amacıyla Aziz Petrus tarafından yayıldığı ve zaman içerisinde dini liderliği yürüten kişilerin papa olarak anılması ile birlikte Hristiyanlığın “devlet dini” haline geldiği görülmektedir. Öte yandan her iki kurumun da temel noktası peygamberlere ve dini değerlere dayanmaktadır. Hilafetin ideolojik temeli olarak Muhammed’in vasiyeti uygulanmış olup Ebu Bekir Kuran’a uygun biçimde ilk halife olarak görev yapmışken; papalığın ideolojik temeli ise İsa ve onun Aziz Petrus’a olan vasiyeti olup papalar İncil’e uygun olarak hareket etmişlerdir. Ayrıca her iki kurumun temsilcileri ilk başlarda vesayet yolu ile seçilirken, yaşanan siyasi gelişmeler ile birlikte bu vesayet yöntemi yerini güç odakları arasındaki mücadeleler tarafından belirlenen bir yapıya bırakmıştır. Hilafet kurumu çeşitli güç odakları arasında bir rekabet unsuru haline gelerek “güçlü olan devletin halifelik iddiasında bulunduğu” bir kurum haline gelmiştir. Papalık ise kardinallerin bir araya gelerek papayı seçtiği bir seçim yönteme sahip olsa da zamanla siyasi güçler ile yapılan pazarlıklar bu seçim yapısını zedelemiştir.

Her iki kurum da, dini temelli değerler ile ortaya çıkmış olsa da zaman içinde siyasal işlev kazanmış ve siyasal yönetimin birer parçası haline gelmişlerdir. Halifelik bu noktada papalıktan ayrı olarak başından beri yönetimsel bir işleve sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam dininin devlet ideolojisi olarak benimsenmesi ile birlikte hilafet, siyasal yönetimin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Ancak hilafet hiçbir zaman devletten ayrı bir güçlenen veya devletler ile güç mücadelesine giren bir yapı olmamıştır. Papalık ise içerisinde yönetimsel bir işlev barındırmadan ortaya çıkmış Hristiyanlık temelli bir kurum olmakla birlikte Avrupa’da 9. yüzyılda doğan güç boşluğundan yararlanarak siyasal bir işlev kazanmaya başlamıştır. Papalık, siyasal işlevini 11. yüzyıl sonrasında kurumsallaştırarak güçlü bir yapı haline gelmiştir. Kurumsallaşma sonrasında halifelik kurumu fetih politikalarının meşrulaştırma aracı haline gelmiş olmakla birlikte daha sonra Şii mezhebine karşı kullanılan siyasal bir araç haline gelirken, papalık kurumunun ise Haçlı Seferleri’nin meşrulaştırılması ve teşvik edilmesinde önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Her iki kurum da 18. yüzyıl sonları itibariyle görece güç kaybetmiş ve Vestfalyan düzenin kurulması sonucunda uluslararası sistemde ulus-devletin egemen hale gelmesi ile beraber din temelli yönetim sistemi önemini kaybetmiştir.
 
<< Bizi Takip Edin

Forum istatistikleri

Konular
3,842
Mesajlar
4,515
Üyeler
426
Son Üye
medo

Kaynak istatistikleri

Kategoriler
26
Kaynaklar
1,605
İndirilme
36,318
Disk kullanımı
972.4 GB
Geri
Yukarı Alt
Community platform by XenForo® © 2010-2024 XenForo Ltd.1