Tarih Kentten Kırsal’a Devrim: Marx’ın Diyalektiği ve Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi

Dil Seç :
Hızlı Kategoriler
 

Giriş​

Genellikle Rus Devrimi’ni incelerken hep siyasi yanını inceleriz. Fakat konu Komünizm olunca meselenin teorik yanını incelememek, yaptığımız okumaları daima eksik ve sakat bırakacaktır. Teoriye girdiğimizde ise karşımıza paradoks gibi gözüken popüler bir mesele çıkıyor: Rus Devrimi. Denir ki; Marx, devrimin İngiltere gibi ileri-kapitalist ülkelerde başlayacağını söylemiştir. Ama devrim Rusya’da olmuştur, dolayısıyla Marx’ın teorisi çok da doğru değildir. Rus Devrimi’nin Marx’ın öngörmediği bir şekilde gerçekleşmiş olduğu çok doğrudur. Ancak Rus Devrimi, tek başına Marx’ı çökertebilecek potansiyele sahip bir olay değildir. Zira daha ayrıntılı okumalar yaptığımızda, Marx’ın, diyalektiğini geliştirirken Batı Avrupa gibi feodal zamanlardan geçmiş, kapitalistleşme sürecine öncülük eden ülkeleri incelediğini göreceğiz. Kapital’in Almanca birinci basımına yazdığı önsözde de dediği gibi inceleyeceği şey; “kapitalist üretim tarzı ve onunla uyuşan üretim ve dolaşım ilişkileridir. Bunların bugüne kadarki klasik yurdu İngiltere’dir.(1) Bu sebeple teorisini geliştirirken İngiltere gibi ülkeleri örnek almıştır. Herkes bilir ki; Rusya kesinlikle Batı Avrupa ülkeleri gibi sanayileşmeye öncülük etmiş bir ülke değildir. Dolayısıyla Rusya, Marx’ın perspektifinin dışında kalan bir ülkedir. Marx’ın yanında, sanayileşmemiş bir topluma has bir devrim teorisi geliştiren Troçki, muhafazakar (Orthodox) Marksistler ile arasına çizgi çekecek ve ilerleyen dönemlerde Bolşevik-Menşevik ayrımına yol açacak olan, Sosyalizme aşamalı geçişi kabul eden görüşü reddedecektir. Bu yazıda ise klasik marksizmini, Rus Devrimi’ni ve Rus Devrimi sonucu kurulan devletin klasik Marksizmle olan benzerliklerini inceleyeceğiz.

18 ve 19. Yüzyıl Devrimleri ve Sosyalizmin Gelişimi​

18. yüzyılın sonu, bulunduğu çağı ve geleceği, daha önce benzeri görülmemiş bir şiddetle sarstı. Feodalizmin olmadığı bir dünyanın düşünülemeyeceği bir zamanda feodalizmin kökünü kazıyan bir devrimler silsilesi, 1789 Büyük Fransız Devrimi ile başlamış oldu. (2) Sınıf mücadelelerin en belirgin hale geldiği 19. yüzyılda ise yepyeni bir sürtüşme ortaya çıktı. Bu sürtüşme emek ile sermayenin, ortak mülkiyet ile özel mülkiyetin, proleterya ile burjuvazinin, işçi ile patronun, kısacası sosyalizm ile kapitalizmin sürtüşmesiydi. Ancak sosyalizm, sağlam temeller üzerine oturtulmuş Liberalizme nazaran ilk başta “ütopyacı” bir anlayış içerisinde gelişti. Hatta o zamanlarda önde gelen Sosyalistler, sosyalizmi “denemek” için Amerika’nın müsait bölgelerinde küçük Komünist koloniler kurulması fikrindelerdi. (3) Charles Fourier önderliğindeki bir grup da “Yüksek sınıflar el vermeden aşağı sınıflar yükselemez. İnisiyatif yüksek sınıftadır” gibisinden, bazılarına göre komik bir düşüncenin savunucusuydu. (4) Yani bu ütopyacılar, yüksek sınıfların, yani mülkiyeti elinde bulunduranların, mülkiyetsiz bir toplumun inşası için inisiyatif alacağını ve mülkiyetsiz bir dünya kurma potansiyeli olan “alt sınıfı”, yani mülksüzleştirilmiş proleteryayı kendi rızalarıyla yükselteceğini düşünüyordu. Böyle bir zaman içerisinde Karl Marx, kendisinden önceki ve çağdaşı olan ütopyacıları alaya alarak Sosyalizmi bilimsel temeller üzerine oturttu. İşte bir “ütopya”nın neredeyse, yüz yıldan daha uzun bir süredir Asya kıtasına hakim olan bir ideoloji haline gelmesini sağlayan temeller bu şartlar altında atıldı.

Eki Görüntüle 2884
Bilmsel Sosyalizm’in mimarları Friedrich Engels ve Karl Marx​

Marksizmin diyalektiğine göre, tarihsel süreç içerisinde gelişen burjuva sınıfı, özellikle de sanayi burjuvazisi, kendi içerisinde kendini imha edecek bir mekanizmayı içerisinde taşıyordu. Sanayi burjuvazisi, daha çok üretmek ve daha çok kazanmak için işçilerin maaşından daha çok kısıyor, işçileri bu şekilde daha çok huzursuz ederek daha büyük miktarda sermaye biriktiriyor, bu sermayeyi daha büyük fabrikalar açmak için kullanıyor, daha büyük fabrikalarda daha büyük miktarda işçiyi istihdam ediyor ve bu daha büyük miktardaki “huzursuz” işçileri bir araya getirerek işçilerin patronlara, burjuvalara karşı örgütlenmesini kendi eliyle gerçekleştiriyor. İşte Marx ve Engels’in deyimine göre burjuvazi aynen bu şekilde “kendi mezar kazıcılarını üretiyor”du. (5) Ancak farkettiğiniz üzere bu denklemde feodal dünyanın unsurları olan kontlardan, düklerden, prenslerden ve krallardan pek bahsedilmiyor. Çünkü sanayinin bu derecede ilerlediği, gelişmiş Batı Avrupa ülkelerinde proleterya ve burjuvazi, Büyük Fransız Devrimi örneğinde de görüldüğü gibi, (6) çoktan el ele verip feodalizmi tasfiye etmiş olmalı ve nihayet baş başa kalmış olmalıydı. (7) Büyük Fransız Devrimi’ne baktığımızda; Anayasacılar, Parlamenter Monarşist bir eğilimle iktidarı alırlar, ancak daha ileri gidemedikleri bir anda, daha radikal olan, eski müttefikleri Jirondenler tarafından alaşağı edilip giyotine gönderilirler, iktidarı eline alan Jirondenler, durmak zorunda kaldıkları bir anda, çok daha radikal olan, eski müttefikleri Jakobenler tarafından alaşağı edilir ve giyotine gönderilirler “böylece devrim yükselen bir çizgi üzerinde hareket eder”. (8) Giderek radikalleşen bu devrimlerin hepsinde Burjuva-Halk ittifakı gözlemlenir ve iktidar gittikçe burjuvaziden “halk”a doğru kayar. Ancak tüm bu teoriler, devrimin, feodalizmin ve burjuvazinin bulunmadığı Rusya gibi, Montesquieu’nün “monarşi”den ziyade “despot” olarak tanımladığı “doğu” ülkelerinde nasıl yaşanacağına ışık tutmamaktadır. “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” (9) satırlarını kaleme alanların, bir “dünya devrimi”ne inananların bu ülkeleri es geçmesi beklenilmeyecek bir şeydi. Ancak bu konuda, farklı zamanlarda yazılan ve birbiriyle çelişen birkaç parça nottan başka bir şey pek bulunmuyor. (10) Gerçekten bu konuda üzerinde Marx veya Engels tarafından yazılıp çizilen fazla bir şey yoktur. Var olanlar da, Engels’in belirttiği üzere, “… bunun sonunda Rusya’nın iç meseleleri göz önüne alındığında kimse tarafından ön görülemez.” gibi bizi belirsizliğe götüren şeylerden daha fazlası değildir. Dolayısıyla bu anlamda Rusya gibi az sanayileşmiş topluluklarda “devrim”in nasıl gerçekleşeceği konusu büyük bir muammada bırakılmıştır. Bu sebeple “Rus Devrimi” konusunda, gerek Avrupalı Komünistler arasında (örn. Rosa Luxemburg) gerekse Rus Marksistler arasında (örn. Plekhanov) ihtilaflar çok fazladır.

Rusya’da Marksizm ve Sürekli Devrim Teorisi​

20. yüzyıla girildiğinde, Rusya’daki kapitalistleşme-sosyalistleşme sürecinin ne şekilde gerçekleşeceği konusunda iki ana fikir akımı vardı. Bunlardan birincisi, Rusya’daki arsitokratların burjuvazinin yerini alması, yani kurulacak fabrikaların başlarına soyluların geçmesi gibi evrimci bir yol iken, ikinci yol ise, Rus burjuvasının proleterya ile ittifak yaparak, Fransa örneğindeki gibi aristokrasiyi alaşağı etmeleri gibi devrimci bir yoldu. (11) Rus Marksistlerin neredeyse tamamı bu ikinci yola inanmış, klasik Marksist bir diyalektiği benimsemişlerdi. Rusya’da Marksizmin Babası sayılabilecek Plekhanov’a göre; ülkeleri henüz “barbar” ve gelişmemiş bir ülkeydi. Proleteryanın iktidara gelebilmesi için önce “Avrupalılaşma”süreci kapsamında uzun bir sanayileşme dönemi gerekliydi:
“Rusya kapitalizme giden yolda bir yol ayrımında bulunuyor ve diğer tüm yolları ona kapamış durumda. Kapitalizmle savaşmak için geriye yalnızca tek bir yol kalmıştır: Mümkün olduğunca kapitalizmin gelişmesine yardım etmek.” (12)
Eki Görüntüle 2885
Rus Devrimi’nin önderlerinden Lev Troçki​

20’li yaşlarının henüz ortasında olan Troçki isimli bir genç bu Marx’tan gelen bu “dogma” düşünceyi eleştirdi ve aynen 19. yüzyılda Karl Marx’ın, Robert Owen’cı ve Charles Fourier’ci ütopyacılarla dalga geçmesi gibi, 20. yüzyılda da Troçki, bu “skolastiklerle” dalga geçti. Troçki, bu düşünceyi, “dünyaya yalnızca Marx’ın eserlerinin basılı olduğu kağıtlardan baktıkları için kendilerini Marksist sayan skolastikler” diyerek eleştirdi. (13) Tabii Troçki de bir Marksistti. Ancak o, Marx’ın diyalektiğinin Batı Avrupa gibi gelişmiş ülkelerle sınırlı olduğunu düşünüyordu. Bu sebeple gelişmemiş ülkelerdeki süreç için çok farklı bir düşünceyle, 1905 Rus Devrimi sırasında ortaya attığı, 1928’de de son şeklini verdiği “Sürekli Devrim Teorisi” isimli teoriyi ortaya attı. Sürekli Devrim Teorisi’ne göre:

  1. Henüz kapitalistleşme sürecinde çok ilerlememiş, tam manasıyla sanayileşememiş geri kalmış ülkelerde, demokrasi yolunda dönüşümü gerçekleştirebilecek tek sınıf, köylü kitleleri ile ittifak kurmuş olan işçi sınıfı, yani proleteryadır. Çünkü bu ülkelerde burjuvazi, gerici bir zihniyete sahiptir ve feodalizmle ittifak halindedir. Ülkenin geri kalanına nispeten çok daha küçük kalan sanayi şehirleri ise tek başlarına bir devrimi yönetecek kadar güçlü değillerdir. Bundan ötürü köylü kitlelerin desteğine ihtiyaç duyar. Dolayısıyla köylü desteğini arkasına alan Proleterya en kısa sürede iktidarda olan feodalizmi alaşağı etmelidir.
  2. Bir proleterya diktatörlüğü kurulduğunda, proleterya siyasi gücü eline almış olsa da iktisadi güç halen burjuvadadır. Dolayısıyla böyle bir durumda iktisadi güç olan burjuvazi, siyasi güç ile çıkarları çatıştığı zaman –ki bu genellikle her zaman demektir- işçilerin, önceden kapitalist devletlerde yaptığını, şimdi işçi devletinde kapitalistler yapacak ve bir tür sermaye grevine gidecektir. Dolayısıyla halk sürekli gergin ve istikrarsız bir ortamda varlığını sürdürmek zorunda kalacaktır. Devrimin kazanımlarının korunması ve istikrarın sağlanması için özel mülkiyet tamamen kaldırılmalı, tüm mülkiyet devlete, yani proleteryaya ve köylü kitlelerine devredilmeli, dolayısıyla burjuva sınıfı ortadan kaldırılmalıdır. Böylelikle proleterya ve köylü kitleleri iktidara geldiği ilk andan itibaren, eğer iktidarını korumak istiyorsa radikal olanı yapmak ve burjuvaziyi ortadan kaldırmak zorundadır.
  3. Böyle bir durumda köylü-işçi ittifakı, aristokrasi ve burjuva sınıfının alaşağı edilmesiyle birlikte dağılmaya mahkumdur. çünkü köylülük, esasında mülkiyet üzerine kurulu bir düzendir. Köylülüğün, muhakkak feodalizmin ve burjuvazinin mülkiyet haklarının kısıtlanmasında çıkarı olsa da kendi mülkiyetinin kısıtlanmasına da şiddetle karşı çıkacaktır. Böyle bir tehditle karşılaştığı zaman da, daha önce Fransa’da olduğu gibi yine feodalizme sarılacaktır. (Bk. Louis Bonaparte’ın iktidara gelişi). Feodalizmin ve burjuvazinin tasfiye edildiği böyle bir durumda da zengin çiftçiler ile proleterya arasında bir çatışma başlayacaktı. Ancak gelişmemiş bir ülkede proleterya, köylüler karşısında sayıca bir avuç kalacaktı. Bu sebepten ötürü Proleterya dikatörlüğü ne kadar sağlam olursa olsun yıkılmaya mahkumdu. Troçki bu ihtimalin gerçekleşmemesi için Devrim’in, geniş proleter kitlelerin bulunduğu kapitalistleşmiş Batı Avrupa başta olmak üzere tüm dünyaya yayılması gerektiğini söyleyerek, Marx’ın işaret ettiği gibi; ulusal boyutta başlayan devrimi uluslararası boyutlara taşınıp bir “Dünya Devrimi” ile tamamlanması gerektiği[i (14) çıkarımını yapacaktı. (15)(16)
Şu şekilde toparlayacak olursak Troçki; Devrimin, Marx’ın kapitalistleşmiş ülkelerde düşündüğü gibi, feodalizmin burjuva-proleter kitleler öncülüğünde devrilmesi, sanayileşme süreci ve proleteryanın güç kazanması, burjuvazinin güçlü proleterya tarafından iktidardan indirilmesi ile birlikte proleterya diktatörlüğünün başlaması aşamalarının sıra sıra izlemesinden ziyade, devrimin direkt feodalizmi ve burjuvaziyi tasfiye etmesi yoluyla doğuda, batıda olduğundan daha hızlı bir şekilde gerçekleşeceğini öne sürüyor. Ancak gelişmemiş ülkelerdeki bu devrim nefes almak istiyorsa devrimi önce Avrupa’ya, ardından tüm dünyaya yaymak zorundaydı. İşte 1917’de Bolşevizme temel sağlayan şey bu “Sürekli Devrim Teorisi”ydi. Bu yüzden 1917’de Bolşevik Devrim gerçekleştiğinde, devrimciler kendilerini bir devlet olarak değil, devrimi dünyaya yaymak isteyen bir dava olarak görüyorlardı. Bu yüzden Brest-Litowsk gibi ağır bir anlaşmayı imzalamak onlar için büyük bir sorun veya ihanet değildi. Çünkü Alman devriminin yakın zamanda gerçekleşeceğine inanıyorlar. (17)

Teori kısmından sonra, bu iki teorinin, şartlar sınırlı da olsa tarihteki örneklerine bir göz atmakta fayda görüyorum.

Marx ve Engels’e Göre İdeal Proleter Devlet​

Marx’ın Paris Komünü’nü anlattığı “Fransa’da İç Savaş” derlemelerine, Friedrich Engels’in 1891 yılında yazmış olduğu Giriş kısmının sonunda Paris Komünü’nden şu şekilde bahsetmektedir:
“… Proleterya Diktatörlüğü. Pekala beyler, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komünü’ne bakınız. Proletarya Diktatörlüğü işte odur.” (18)
Paris Komünü, her devrimci hareket gibi zor şartlar altında ortaya çıktı. Ancak, diğer “zor şartlar”dan çok daha farklı olarak bu sefer Komün hem içteki, Thiers liderliğindeki burjuva cumhuriyetçi güruha, hem de dıştaki Prusya işgal ordularına karşı mücadele verdi. Kısacık, yaklaşık iki aylık, sıkıntılı ömrüne rağmen Komün, “savaş şartları” bahaneleriyle çizgisini bozmayıp, yürütmeyi tam demokratik bir şekilde uyguladı. Komün içerisindeki hiçbir grup, Komün’ün iktidarını ele geçirmeye çalışmamıştı. Dış tehditlere karşı verilen mücadelede, birlik ve beraberliğin en müthiş örneklerinden birini sergileyen Komün’de, temsilciler ilçelerden seçilir, bununla da kalınmaz halk tabanları tarafından daima denetime açık olurlardı.(19) Meclisin çoğunluğu işçilerden oluştuğu için işçi sınıfı direkt olarak iktidara hakimdi. (20) Kapital’de yer aldığı şekliyle; Proleter devletin en önemli özelliklerinden birisi, İşçi sınıfının üretim araçlarına ve üretim sürecine hakim olma koşulu, Paris Komünü’nde sağlanıyordu. Bu açıdan Paris Komünü, bilimsel sosyalizmin mimarlarının da belirttiği üzere, tam anlamıyla ideal Komünizmin bir örneğiydi. (21)

Eki Görüntüle 2886
Komün zamanında Paris sokağına kurulan bir barikat ve Parisliler​

Marx’a göre, devrim ancak uluslararası boyutlara ulaştığı zaman başarılı olabilir. Kendi deyimiyle, “İçerikte olmasa bile biçimde proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi ilk önce ulusal bir mücadeledir. Hiç kuşkusuz her bir ülkenin proletaryası önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak zorundadır.(22) Dolayısıyla “ilk önce” ulusal çerçevede başlayan bu sınıf mücadelesi, uluslararası düzeye taşınmalı ve dünya genelinde de son bulmalıydı. Bu doğrultuda; işçileri bilinçlendirmek, örgütlemek ve onları dünya devrimine zemin hazırlamak için, “Bütün ülkelerin işçileri”ni birleştirmek için Friedrich Engels ile birlikte 1869 yılında tüm dünya işçilerinin bir araya geldiği Uluslararası Emekçiler Birliği olan Birinci Enternasyonal’in kuruluşuna katkı sağladı. (23) Zira kendi deyimiyle “işçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının birliğini ve işbirliğini gerektiriyorsa, canice planların peşindeki bir dış politika ulusal önyargıları karşılıklı olarak kışkırtırken ve haydutça savaşlarla halkın kanını boş yere döker ve varlıklarını heba ederken, bu sınıf, söz konusu büyük görevi nasıl yerine getirebilir”Di? (24) İşte Enternasyonal de işçi sınıfının, ulusal politikalar yoluyla savaşlarda birbirine karşı savaşmalarını engellemek ve sınıf bilincini oluşturmak için kurulmuştu. Sosyalist bir dünyaya giden yolda “bütün ülkelerin işçileri”nin bir araya gelmesi büyük önem taşıyordu. Aynı zamanda Paris Komünü, Marx’ın işaret ettiği gibi, kelimenin tam anlamıyla enternasyonaldi. 1871 gibi Alman milliyetçiliğinin revaçta olduğu, Almanya’nın siyasi birliğinin gerçekleştiği ve Fransa’nın Alman ordularının işgali altında olduğu tarihlerde Komün, bir Alman olan Leo Frankel’i çalışma bakanlığına getirmişti. İç ve dış düşmanlara karşı her an teyakkuzda bulunulması gereken kritik bir zamanda ise, Paris savunmasının başına da Jaroslaw Dabrowski ve Walery Weoblewski isimlerinde iki Polonyalıyı getirdi. (25)

Paris Komünü, her konuda olduğu gibi “bürokrasi”de de geleneği karşısına alıyordu. Daha önceden, takriben 17. yüzyıl ortalarında, Richelieu döneminde, bürokrasi içerisinde bazı makamların satışa çıkarıldıkları görülürdü. (26) Böylelikle burjuvazi, devlet makamlarına yerleşir ve güç kazanırdı. Paris Komünü’nde ise memurlar seçimle başa gelirlerdi ve her an görevden azledilebilir konumdaydılar. (27) Dolayısıyla bürokrasinin toplum üzerindeki mutlak egemenliğinden ziyade, toplumun bürokrasi üzerine egemenliği söz konusuydu.

Sürekli Devrim Teorisi Üzerine İnşa Edilen Rus Devrimi’nin Paris Komünü İle Benzerlikleri​

Rus Devrimi’ni gerçekleştiren Bolşevik Parti, Marx’ın ve Engels’in belirttiği üzere demokratik temeller üzerinde durmuşlardır. Sağ-demokrat görüşlere sahip biri olarak; kanaatimce Bolşevik Parti içerisindeki demokrasi, tam anlamıyla bir “demokrasi” örneğidir. Örneğin, Rus Devrimi’nin lideri Lenin’in radikal devrimci çizgisi, Nisan Konferansı’nda ve Altıncı Parti Kongresi’nde Lev Kamanev gibi ılımlılar tarafından reddedilmiştir. (28) Eylül’de ise Lenin, Geçici Hükümet Başkanı Kerenski’nin “Demokratik Konferans” toplanması çağrısının boykot edilmesi için Parti’nin Merkez Komitesi’ne yazı göndermişti. Ancak buna rağmen önce Merkez Komitesi’ne, sonra da parti konferansına giden öneri konferans tarafından reddedildi. (29) Bu gibi örnekler, gerek Temmuz Ayaklanması sürecinde olsun, gerekse Nisan Tezleri zamanında olsun, kolaylıkla çoğaltılabilir. Asıl vurgulanmak istenen mesele ise; Lenin’in, yoldaşlarının desteği olmadan bir şey yapmaması, Merkez Komitesi’nin 10 ve 16 Ekim’de aldığı kararlara şiddetli bir şekilde muhalefet eden Zinovyev ve Kamanev gibi sağ Bolşeviklerin devrim gerçekleştikten sonra bile fikirlerini belirttikleri için, dışarıda bırakılmamış, tasfiye edilmemiş olmalarıdır. (30) Lidere itaatsizliğin pek hoş görülmediği zamanlarda, Bolşevik Parti, Ekim Devrimi’ne giden süreçte de bu demokratik yapıyı korumuştur. (31)

Eki Görüntüle 2887
Rus Devrimi’nin lideri Vladimir Lenin​

Devrim’den sonra ise “Proleterya Diktatörküğü”nü inşa etmek üzere girişimlere başlandı. Lenin’in Nisan Tezleri’nde de belirttiği üzere örnek alınan model; kuşkusuz Paris Komünü’ydü. (32) İlk iş olarak proleter devletin en önemli şartlarından biri olan, işçilerin üretim araçlarına ve sürecine hakim olmaları sağlanmalıydı. Bunun için fabrikalarda Troika dediğimiz bir örgüt oluşturuldu. Üç üyesi bulunan Troika, fabrikanın beyniydi ve fabrika müdürü fabrikayı idare ederken, diğer iki üye, Komünist Parti temsilcisi ve Sendika üyesi Fabrika müdürünü denetledi. (33) Böylelikle işçiler Sendika aracılığıyla kendilerini korurken, devlet ise parti aracılığıyla planın uygulanmasını sağlardı. Ücretler ise yalnızca sendikalar tarafından belirlenir. (34) Ücret konusuna bir parantez açmak gerekirse; olması gereken ücret eşitliği, Sovyetler Birliği’nde uygulanmıyordu. Zira devlet halen sosyalizme geçiş aşamasındaydı. Buna rağmen gelir farklılıkları devrim öncesine nazaran çok daha azdı. Teknisyenler, müdürler ve muhasebeciler işçilerden daha düşük maaş alırlardı. (35) Hatta parti üyesi işçiler parti üyesi olmayanlardan neredeyse %40 daha az maaş alırlardı. Üst düzey yöneticiler ile işçiler arasındaki ücret farkı sadece ortalama 2 kat kadardı. (36) Ayrıca işçiler, istedikleri zaman grev yapma hakkına da sahiplerdi. Hatta bunun için teşvik bile edilmişlerdir. Kendilerini devlete karşı korumaları gerektiği çağrısı, bizzat devletin bir numaralı ismi tarafından dile getirilmişti:
“Şu anki devletimiz bürokratik bozuklukları olan bir işçi devletidir… Devletimiz öyledir ki, tamamen örgütlü proleterya kendisini ona (devlete) korumalıdır.” (37) – V. Lenin
2 Mart 1919’da, devrimi dünyaya yaymak için Lenin önderliğinde III. Enternasyonal kuruldu. Lenin de tüm diğer Marksistler gibi Sosyalizmin tek ülkede zafere ulaşma ihtimalinin olmadığını biliyordu. 11 Ocak 1918 tarihli bir konuşmasında aynen şu sözleri söylüyordu:
“Sosyalizmin tek ülkede zafere ulaşması elbette mümkün değildir. Sovyet iktidarını gönülden destekleyen işçi ve köylü neferlerimiz, büyük dünya ordusunun neferleri arasındadır.” (38)
Bu açıdan bakıldığında, Sürekli Devrim Teorisi’nin üzerine inşa edilen Rus devrimi, teorik çerçevede Marksizm açısından başarılı olmuş gözüküyor. Uygulamada, tarihsel koşullar aynı olmasa bile paralellikler görülmektedir. Dolayısıyla bazı kesimlerin yaptığı gibi; Sürekli Devrim Teorisi’ni Marx’ın diyalektiğine karşı üretilen bir argüman olarak görmek sığlık olacaktır. Ancak devrim, bazı sebeplerden ötürü ilerlediği gibi başarılı olamayacaktır. 1928 yılına gelindiğinde, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın yapılmasıyla birlikte devrim, çok farklı bir hal alacak, Rosa Luxemburg’un; devrimin, devrimi ezecek bir “bürokratik Thermidor(39) oluşturmasının kaçınılmaz olduğu eleştirileri doğru çıkacak ve Rus Devrimi, Stalin’in liderliğiyle, tek ülkede sosyalizm benzeri kafalarda soru işaretleri oluşturacak garip bir felsefeyle çok farklı bir evreye geçecektir. (40)

Sonuç​

Sürekli Devrim, Rusya dışında, sömürge ve üçüncü dünya ülkeleri konumundaki devletlerde de uygulanabilecek bir teoriydi. Troçki’nin bizzat kurulmasına öncülük ettiği Dördüncü Enternasyonal de az gelişmiş devletler üzerine faaliyetlerini yoğunlaştırmaktaydı. (41) Fakat Dördüncü Enternasyonal, aynı zamanda faaliyet gösteren Stalinist Komitern ile fikri mücadele vermekteydi. Dolayısıyla Sürekli Devrim’in az gelişmiş ülkelerdeki başarısı çok sınırlı kalacaktı. Zira Menşevikvari bir aşamacılığı benimseyen Komitern’in, halk hareketlerini burjuva kitleleriyle ittifaka teşvik edici politikaları; İspanya’da (1937), Peru’da (1932), Şili’de (1947 ve 1972), Endonezya’da (1965) ve başka birçok ülkede halk hareketlerinin ezilmesiyle sonuçlanacaktı. (42) Aşamacılığı reddeden Küba’da ise devrimin başarılı olduğunu göreceğiz
 
<< Bizi Takip Edin

Forum istatistikleri

Konular
3,824
Mesajlar
4,497
Üyeler
424
Son Üye
LovieSpeer

Kaynak istatistikleri

Kategoriler
26
Kaynaklar
1,605
İndirilme
34,680
Disk kullanımı
972.4 GB
Geri
Yukarı Alt
Community platform by XenForo® © 2010-2024 XenForo Ltd.1