Ortadoğu’daki pek çok ülke on yıllardır otoriter liderler tarafından yönetilmektedir. Mısır’da Mübarek, Suriye’de Beşar Esad, Libya’da Kaddafi ve Tunus’ta Bin Ali bu otoriter rejim sisteminden her zaman büyük çıkarlar elde etmiştir. Ancak gücün ve zenginliğin belirli kesimlerde yoğunlaşması ve servetin adaletsiz dağılımı bu ülkelerin devletlerini siyasi ve ekonomik yozlaşmaya sürükledi (Mushtaq & Afzal, 2017: s. 4-5). 2011 yılında Tunus’ta başlayan “Arap Baharı”, kısa sürede Ortadoğu’nun en büyük güçlerinden biri olan Mısır’a da yansıdı. Mısır’ın otoriter rejimlerinin tarih boyunca yarattığı baskı ve yolsuzluklar, halkın protestolara tepkisinde büyük rol oynamış ve toplumun farklı siyasi kesimlerinden insanlar rejime karşı bir araya geldi. Protestolar sonucunda Hüsnü Mübarek iktidarı bırakmak zorunda kaldı ve yerine seçilen Muhammed Mursi de ülke yönetimini sağlayamadı ve ancak bir yıl sonra askeri darbeyle görevden alındı. İktidara gelen Abdel Fattah el-Sisi, ülkeyi eski otoriter günlere döndürdü ve Mısırlıların demokrasi umudu ise başka bir ‘bahara’ kaldı.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde, İran’ın 2009’daki “Yeşil Devrimi”nden sonra benzer eylemler gerçekleşti. Bunlardan en etkililerinden biri olan Arap Baharı, 17 Aralık 2010’da Tunus’ta Muhammed Buazizi isimli genç bir seyyar satıcının kendini ateşe vermesinin ardından başlayan kitlesel protestolar ve Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar yayılarak, Arap dünyasında dramatik bir dönüşüme ev sahipliği yapan ayaklanmalardır. “Arap sonbaharı” ya da “Arap kışı” olarak da isimlendirilen bu ayaklanmalar, Soğuk Savaş sonrası dönemde başta gençler olmak üzere bu coğrafyalarda otoriter rejimlerin yarattığı kötü ve yozlaşmış yönetimin bir ifadesi olarak Tunus ve Mısır gibi ülkelerde başlamış, ardından Cezayir, Ürdün, Yemen, Libya, Suriye, Irak, Kuveyt, Bahreyn ve Lübnan’da etkisini göstermiş ve rejimlerin çökmesine, hatta iç savaşlara neden olmuştur (Ardıç & Duran, 2014: s. 681).
Siyasi analistler arasında Arap ayaklanmalarının ana faktörlerinin ekonomik bozulma, hükümet yolsuzluğu ve Arap rejimlerinin bireysel özgürlükler üzerindeki baskıcı doğası olduğu konusunda bir fikir birliği vardır. Öte yandan yönetici seçkinlerin ve çıkar gruplarının ekonomik yozlaşması, artan vergilerin, artan gıda fiyatları ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan gençler arasındaki işsizlik rakamlarının yükselmesi ülkelerdeki yolsuzluğu doruk noktasına çıkarmıştır. Arap rejimleri, birkaç istisna dışında, baskıcı nitelikteki ve siyasi gücün belirli azınlıkların tekelinde olduğu otoriter rejimlerdir. Çoğunlukçuluğun ve seçim demokrasisinin olmadığı bu rejimlerde, iktidarın gücünü korumak için yasadışı şiddet, işkence ve hatta cinayet bir rutindir. İktidarlarını korumak için vatandaşlarına karşı bu eylemleri yapmaktan kaçınmayan rejimler, bu insanlık suçlarını haklı çıkarmak için terörle mücadele ettiklerini bile öne sürmektedirler. Tüm bu yapısal faktörlerin yanı sıra Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin intiharı, Mısır’da Halid Said’in işkence ve cinayeti gibi olaylar isyanları kendiliğinden tetikleyen olaylardı. Siyasi analistlere göre, ayaklanmaların kökenlerini ve nedenlerini oluşturan tüm bu faktörlerin yarattığı kıvılcımların bir araya gelmesiyle oluşan alevler Arap dünyasını etkisi altına almıştı (Salih, 2013: s. 186-188).
Mısır 6.000 yıllık tarihi ile Afrika kıtası ve Ortadoğu’daki zengin tarihi mirası ve coğrafi konumu ile tarihin her döneminde farklılığını korumuştur. Dinler tarihi itibariyle her üç dinin de ilgi odağı olmuş, mevcut siyasi yapı da bu mozaikten etkilenmiş ve günümüze kadar muhafazakarlık, sosyalizm, liberalizm, otoriterlik gibi fikirleri içeren çok çeşitli siyasi yapılara sahip olmuştur (Tandoğan, 2013: s. 23). İslam’ın devlet dini olduğu Mısır’da nüfusun çoğu Sünni Müslümandır, ancak Kıpti Hıristiyanlar, az sayıda Yahudi, Şii Müslüman ve Bahai azınlıklar da vardır (Freedom House, 2010: s. 210). Arap Baharı’nın başladığı 2010 yılında 78.629.000 nüfusa sahip olan Mısır’ın GSYİH’sı Dünya Bankası verilerine göre 219 milyar Amerikan Doları’dır (data.worldbank.org). Yine Freedom House’un 2010 raporuna göre Mısır siyasi haklar açısından 6 puan alırken; Sivil özgürlükler açısından ise 5 puan gibi düşük seviyelere sahip olarak “özgür değil” statüsünü almıştır. Ayrıca Mısır, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2009 Yolsuzluk Algıları Endeksi’nde ankete katılan 180 ülke arasında 111. sırada yer almıştır (Freedom House, 2010: s. 210).
Mısır, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde siyasi istikrarsızlık nedeniyle Osmanlı Devleti için sorun teşkil eden bir bölge olmuştur. İngilizlerin ve Fransızların bölgeyi ele geçirme girişimi halihazırda zor durumda olan Osmanlı Devleti’ni çaresiz bırakmıştır (Behçet, 2019: s. 303). 1800’lü yıllarda Mısır kendi politikalarını geliştirmeye çalışsa da Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla birlikte İngilizlerle siyasi bir mücadele başlamıştır. Bunun sonucunda Osmanlı Devleti 1838 yılında İngilizlerle bir anlaşma yapmak zorunda kalmış ve böylece Mısır’da 1950’lere kadar sürecek olan İngiliz hakimiyeti dönemi başlamıştır. Bu dönemde Mısır’da artan Arap milliyetçiliği ve çevresel faktörler Mısır’ı adeta bir kaosa sürüklemiş ve 26 Temmuz 1952’de gelişmelerden rahatsızlık duyan “Hür Subaylar” adlı bir grup subay askeri bir darbeyle Kral Faruk’u tahttan indirmiştir. Cemal Abdül Nasır liderliğindeki darbeden sonra Mısır’da monarşi dönemi sona ermiş ve sadece ismen de olsa cumhuriyete geçişin ilk adımları atılmıştır (Tandoğan, 2013: s. 26-27). Otoriter rejimin kurumsallaştığı Nasır döneminde, ordunun siyasi sistemde önemli bir yere sahip olması ve ordu-devlet ilişkisi nedeniyle Nasır kendinden sonraki rejime kontrol gücü yüksek bir devlet mekanizması miras bırakmıştır (Bekaroğlu & Kurt, 2015: s. 12).
Nasır’ın ölümünün ardından halkın desteğiyle 1970 yılında Enver Sedat cumhurbaşkanı seçilmiş ve iktidara geldikten kısa bir süre sonra parti ve ordudaki muhalifleri temizleyerek Sovyet yanlısı radikalleri sistemden atmıştır. Zayıf partilerin siyaset yapmasına izin veren Enver Sedat, Müslüman Kardeşler’in solculara karşı bir denge oluşturacağını düşündüğü için onlara da siyasi arenada alan sağlamıştır (Behçet, 2019, s: 307-309). Öte yandan Enver Sedat, yabancı yatırımcı bulmak için bir miktar liberalleşme yapmış, yukarıda da bahsettiğimiz gibi bazı partilerin faaliyetlerine izin vermiş, basın üzerindeki baskıyı azaltmış ve sivil toplum için alan açmıştır. Bu kısmi serbestleşmeye rağmen yatırımcılar ülkeyi tehlikeli bulmuş ve gelmemiştir (Bekaroğlu & Kurt, 2015, s: 14). Enver Sedat’ın 6 Ekim 1981 yılında Kahire’de uğradığı suikast sonucu trajik bir şekilde öldürülmesinin ardından iktidara gelen Hüsnü Mübarek, Arap Baharı’na kadar Mısır’ı 30 yıl boyunca yönetmiştir. Bu gelişme Mısır’ı demokratik bir ülke haline getirmemiş ancak Mısır siyasetini etkileyerek demokratikleşmenin siyasi bir ifade haline gelmesine neden olmuştur. 80’li yıllarda sivil toplumun önü açılmış ve ifade özgürlüğü gibi alanlarda gelişmeler olmuş ancak bunlar kalıcı olmamıştır (Bekaroğlu & Kurt, 2015, s: 15). Öte yandan Enver Sedat’ın liberal açık ekonomi politikaları nedeniyle Mısır, Hüsnü Mübarek döneminde IMF’ye ve Dünya Bankası’na bağımlı kalmıştır. Yüksek enflasyon, yolsuzluk ve dış borç gibi faktörler giderek kamuoyunun üzerine ağır bir yük haline gelmiştir (Behçet, 2019, s: 310-311).
Arap coğrafyasında sömürgeciliğin sona ermesiyle birlikte yerleşen ve kurumsallaşan otoriter anlayış, zamanla popülist bir otoriter sistemi ortaya çıkardı. Ordu ve devlet bürokrasisiyle güçlenen bu otoriter rejimler, toplumlarını İsrail ve ABD karşıtı söylemlerle bir araya getirerek ve ülke içinde refahın yeniden dağıtımını sağlayarak halklarının gözünde meşruiyet kazandılar. Öte yandan rejimlerin yönetici seçkinler üzerindeki hakimiyeti ve siyasal sisteme hakim olmak için uyguladıkları baskılar bu rejimleri güçlü kılan diğer unsurlardır. Ancak 2000’li yılların başında artan nüfus, yoksulluk ve yolsuzluk gibi etkenler bölgede zemin kazanan otoriter rejimlere karşı protesto gösterilerinin artmasına neden oldu (Sika, 2012: s. 21).
Bir seçim demokrasisi olmayan Mısır’ın siyasi sistemi, tamamen iktidardaki Ulusal Demokratik Parti’nin (UDP/NDP) hükümetin her düzeyinde çoğunluğu elde etmesi için tasarlandı (Freedom House, 2010: s. 209). Koehler’e göre (2017), Mısır gibi seçime dayalı otoriter sistemlerde devlet kapasitesi otoriter direnişin önemli bir belirleyicisidir. Otoriter seçim sistemlerindeki yüksek devlet kapasitesi, demokratik olmayan ülkelerde otoriter seçimler yoluyla rejim istikrarını sağlar. Ancak bu tür rejimlerde, yetersiz devlet kapasitesi ve seçimlerin kontrolden çıkması sonucu istikrarsızlık otoriter olmayan rejimlere kıyasla daha kolay yaşanmaktadır. Bu bağlamda, büyük ölçüde despot ama altyapı kapasitesinden yoksun olan Mısır devleti, güçlü olmaktan çok gaddardı. Mısır’da siyasi kurumların gelişiminin nispeten uzun bir geçmişi olmasına rağmen, ülkedeki neo-patrimonyal süreçler kurumların siyasi dinamiklerinin yapılanmasını sınırlamış, dolayısıyla rejimin kurumsal kapasitesini sınırlamıştır (Koehler, 2017: s. 2).
Bağımsızlık sonrası Mısır devleti, neredeyse 1967’den 2011’e kadar süren olağanüstü hal yasasıyla birlikte, yaygın kontrol ve gözetime sahip bir mekanizmaydı. Devletin bu zorlaması, otoriter rejimin korunmasına katkıda bulundu. Ancak vatandaşları tutuklama ve kovuşturma yetkisine sahip olan devlet, Hüsnü Mübarek rejiminin son dönemine kadar keyfi şiddet uygulamadı. Açıktır ki, bağımsızlık sonrası Mısır devletinin şiddete başvurmasına gerek yoktu çünkü rejim, vatandaşların sosyal refah, iş güvenliği ve temel mal ve hizmetler karşılığında medeni hak ve özgürlüklerini değiş tokuş ettiği “otoriter pazarlık” yoluyla hegemonyasını kolayca kurmuştu. Öte yandan, otoriter rejimin yöneticileri kendilerini Mısır’ı hem iç hem de dış tehditlere karşı koruyan ulusal egemenliğin garantörü ilan ettiler. Kısacası otoriter rejimin zulmü devlet zoruyla değil, Mısır halkının rızasıyla sağlanmıştı (Pratt & Rezk, 2019: s. 3-4).
2011’den önceki son 30 yılda, Mısır hükümeti Mübarek rejimine karşı tamamen sorumlu bir organ haline geldi ve yalnızca onu memnun ederek ayrıcalık ve güç sağladı. Bu kontrolsüz gücün küçük bir merkezi elitin elinde toplanması zamanla yolsuzluğu teşvik etti ve ayrıca rejime karşı muhalefet de yarattı. Ancak herhangi bir muhalefet hareketi derhal bastırıldı ve rejimin halka karşı bu ilgisizliği rejimin giderek daha sorumsuz hale gelmesine neden oldu (Ghabra, 2014: s. 200).
1981’de Enver Sedat’ın öldürülmesinin ardından cumhurbaşkanı olan Hüsnü Mübarek, cumhurbaşkanlığının ilk yıllarında basının eleştirisine izin veren ve siyasi tutukluları serbest bırakan bir “ılımlı demokrasi” politikası uyguladı. Ancak Mübarek cumhurbaşkanlığını aldıktan sonra, 1967’den Enver Sedat’ın 1981’de kaldırmasına dek süren “olağanüstü hal” yasasını geri getirdi. Artan olağanüstü hal kararnameleri Mısır’daki olumlu gidişatı kısa sürede tersine çevirdi ve Mübarek rejimi, güvenlik güçleri, muhalefet partileri, seçimler, İslamcı faaliyetler, sivil toplum kuruluşları ve basın üzerindeki baskısını artırdı. Mübarek, muhalifleri mahkum etmek, gazeteleri kapatmak ve insan hakları aktivistlerini hapse atmak gibi ülkedeki çoğulculuğu azaltmaya yönelik politikalar izledi (Brownlee, 2002: s. 6-7).
Mübarek rejimi, Mısır halkının ülkede İslami militanlığın yükselişinden korkması nedeniyle özgürlüklerinin kısıtlanmasına hoşgörüyle yaklaşacağı konusunda yanılıyordu ve hükümet bu varsayım üzerine 1981’den itibaren olağanüstü hal kanunlarıyla yönetiliyordu (Ghabra, 2014: s. 199). Ülkedeki yaşam koşullarının kötüleşmesiyle 1990’ların başında İslamcı bir isyan başladı ve hükümet buna yine muhalefeti ezerek karşılık verdi. Siyasi ve sivil özgürlüklerin kısıtlandığı bu döneme 2001 yılında ABD’de meydana gelen “11 Eylül” terör saldırısının yol açtığı huzursuzluk da eklenince halkın hükümete karşı hoşnutsuzluğu arttı ancak hükümet sert önlemler alarak bu hoşnutsuzluğu bastırmaya çabaladı (Freedom House, 2010: s. 207).
2000 yılından itibaren iç siyasetle ilgilenmemeye başlayan Hüsnü Mübarek, bu alandaki konumunu oğlu Cemal Mübarek’e bırakmıştı. 1997 yılında içişleri bakanı olan Habib el-Adli ve Cemal Mübarek arasındaki yakınlık, başta polis teşkilatı olmak üzere iç güvenlik unsurlarını güçlendirdi. Polis gücünün artması da ordunun marjinalleşmesine neden oldu. Rejimin en büyük sorunu hem Hüsnü hem de Cemal Mübarek’in belirli grupları çevrelerinde toplayarak kendilerini izole etmeleriydi. Yeni cumhurbaşkanı olacağını tahmin edenler Cemal Mübarek’i sürekli övüyor, Hüsnü Mübarek’in çevresi onu üzecek bir şey söylemiyor ve Cemal’in gerekliliğini vurguluyordu. Hüsnü Mübarek, yönetimi sırasında çeşitli ekonomik reform programları uyguladı. Ancak devlet özelleştirmelerinden yararlanan rejimin güçlü üyeleri, giderek iş dünyasına hakim olmuş, asgari ücrete ya da işçi haklarına karşı duyarsız hale gelmişti. Çünkü devlet özelleştirmelerinin sınırları veya düzenlemeleri yoktu ve bu da kitlesel yolsuzluklara yol açtı (Ghabra, 2014: s. 200-201).
“Otoriter pazarlıkta” muhaliflere uygulanan baskı da keyfi değil, zorlayıcıdır. Mübarek rejimi, kendinden öncekiler gibi en büyük tehdidi İslami hareket olarak görmüş ve bu hareketin en önemli temsilcisi olan Müslüman Kardeşler’i kontrol altında tutmaya çalışmıştı. Müslüman Kardeşler yasal olmasa da sistem içinde örgütlenmeye devam edebildiler. Ancak hareketin halk desteği rejimi harekete geçirdi ve İslamcılara yönelik şiddet arttı. Özellikle 2011 öncesi dönemde keyfi polis şiddetinin artması, otoriter pazarlığın sosyal ve ekonomik faydalarının bozulmasına yol açmış ve toplumsal huzursuzluk ortaya çıkmıştı. Otoriter rejimin hegemonyasının uyguladığı şiddet artık meşru görülmüyordu ve bu nedenle devletin şiddet kullanımını düzenleyen yasaları çiğnemesi gerekiyordu (Pratt & Rezk, 2019: s. 4-5).
1990 öncesi çıkarılan seçim yasası nedeniyle kurumsal desteğini kaybeden UDP parlamentodaki üçte iki çoğunluğunu kaybetti ve Mübarek hükümeti 2011 yılına kadar seçim siyasetine zar zor hakim olabildi. Son yirmi yılda seçimler Mısır’ın siyasi seçkinleri arasındaki sorunları çözmek için bir tür piyasa mekanizması haline gelmişti. Biraz tarafsız bir mekanizmanın varlığı, rejim koalisyonunun çıkarları için otoriter sistemi canlı tutmaya çalışmasına olanak sağladı. Bu dönemde rejime karşı çıkmak yerine seçimlere katılan yeni adayların çoğu, UDP’nin ilkelerine sadık, bağımsız aday olarak yarışmakta ve parti saflarına katılmaya çalışmaktaydı (Koehler, 2017: s. 8- 9). Yıllar içinde artan devlet baskısı ile özellikle 1990’lı yıllarda siyasi parti hayatı önemli ölçüde zayıflamıştı. Ancak, siyasi partiler hala hayattaydı çünkü iktidar muhalefeti ortadan kaldırmak yerine kontrol altında tutmaya çalışıyordu ve bu da çoğulculuk yanılsamasına neden oldu. Özellikle seçim siyasetinin uygulanması, otoriter rejimlere demokrasi söylemini kullanarak kendi meşruiyetlerini yaratmaları için bir alan verdi. Ayrıca hükümetin kendi siyasi partisi, müttefikler ve partizanlar arasında güç dağılımını kolaylaştırdı (Hamid, 2014: s. 133). 2000 yılında yapılan Mısır parlamento seçimleri, siyasi rekabet gücünün artması yönünde umutları artırsa da, muhalefet üzerindeki siyasi ve fiziksel baskı devam etti. Bu baskılar, güvenlik güçlerinin Müslüman Kardeşler mensuplarının evlerine baskın düzenleyip onları tutuklayarak hükümeti devirme suçlamasıyla yargılayana kadar devam etti. Böyle bir siyasi ortamda yapılan 2001 Danışma Meclisi seçimlerinde 88 sandalyeden 74’ünü kazanan UDP, yerel meclis seçimlerinde yargı gözetiminden muaf tutularak Ocak 2002’de yüzde 98 çoğunluk elde etti (Brownlee, 2002: s. 10).
2004 yılında Mısır’da İslamcılar, Nasırcılar, komünistler, solcular ve liberallerin bir ulusal koalisyonu olarak başlayan “Kifaya Hareketi”, demokratik bir dönüşüm gerçekleştirmeyi amaçladı. Kifaye Hareketinin önceliği Mübarek rejiminden kurtulmaktı (Ghabra, 2014: s. 201). Hükümetin güvenlik güçlerini kullanmasına ve hareketi bastırma çabalarına rağmen gösteriler 2005 yılında da devam etti. Aynı yıl Mübarek, çok adaylı cumhurbaşkanlığı seçimlerine izin veren yasada bir değişiklik önerdi, ancak bu yasaya göre adayın bir grup seçilmiş yetkili tarafından aday gösterilmesi gerekiyordu. Muhalefet bu karara tepki gösterdi ve kararın onaylandığı 2005 referandumu boykot edildi. Hüsnü Mübarek 2005 cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandı ve ana rakibi Ayman Nur, seçimden birkaç ay sonra evrakta sahtecilik iddiasıyla 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Aynı yılın kasım ve aralık aylarında yapılan üç tur parlamento seçimlerinde bağımsız adaylar çıkaran ve yasaklanan Müslüman Kardeşler, güvenlik güçlerinin muhalefete yönelik artan saldırılarına rağmen güç kazanmayı başardı (Freedom House, 2010: s. 208). 2004-2010 yılları arasında 3000 protesto gösterisi gerçekleştiren hareket, zamanla medyadan da destek almaya başladı ve değişim beklentileri giderek somutlaştı (Ghabra, 2014: s. 201-202).
2007 yılına geldiğimizde Mısır’da yapılan anayasa değişiklikleri, rejim tarafından onaylanmayan birinin cumhurbaşkanlığına aday olmasını engelliyordu. Ayrıca 179. Madde ile siviller askeri mahkemelerde yargılanabilirken, 88. Madde ile yargının seçimler üzerindeki denetimi zayıflatılmış ve 5. Madde’de yapılan değişiklikle Müslüman Kardeşler’in siyasi parti kurmaları yasaklanmıştı. Buna karşılık, 2008 yılında başlayan protestolar ve ardından gelen işçi grevleri, 6 Nisan Gençlik Hareketi’nin temellerini oluşturdu. Başlangıçta, işçilerin ideolojik olmayan eylemleri zamanla Mübarek karşıtı gösterilerle ortak paydada buluştu ve UDP’nin 2010 parlamento seçimlerinde sandalyelerin büyük çoğunluğunu kazanmasıyla gerilim daha da tırmandı. Halkın huzursuzluğunu hisseden rejim, polis güçlerinin şiddetini sıradan vatandaşa kadar genişletti ve devlet ile halk arasında adeta gayri resmi bir savaş başladı (Ghabra, 2014: s. 202-203).
2010 yılında Mübarek’in hasta olduğu gerekçesiyle 2011 seçimlerinde Mübarek’in oğlu Cemal’in mi yoksa UDP’li bir başkasının mı aday olacağı tartışıldı. Bu belirsiz ortam hem parti içinde hem de halk arasında büyük bir gerilim yaratırken, yıl içinde siyasal hak ve özgürlüklere getirilen kısıtlamaların sıkılaştırılması tetiklendi (Freedom House, 2011: s. 215). Haziran 2010’da, polisin yapmaya çalıştığı bir uyuşturucu anlaşmasının video kaydını yakalayan Halid Said’in işkence ve cinayeti, Mısır devriminin tetikleyicisi oldu. Gerginliğin bir başka nedeni de, Selefi gruplarla gizli işbirliği içinde olan rejimin İskenderiye kilisesine saldırmasıydı. Ocak 2011’de sosyal medya üzerinden örgütlenen Mısırlılar sokaklara döküldü ve protestolar yoğunlaştı. Mübarek rejimi, gösterilerin Müslüman Kardeşler ve Amerikan yanlıları tarafından yapıldığını iddia ederek gösterileri hafife aldı. Devrimin programı günden güne gelişti ve ordunun tarafsız bir parti olarak sokağa çıkması ve göstericilere karışmaması herkes için büyük bir sürpriz oldu (Ghabra, 2014: s. 204-208).
25 Ocak’ta Mısır’ın “Ulusal Polis Günü” kutlamaları sırasında birçok Mısırlı vatandaş Hüsnü Mübarek’i protesto etti. Mübarek’in iktidara geldiğinden beri sürdürdüğü olağanüstü hal, adaletsizlik, yolsuzluk ve ekonomik aksama bu protestoların başlıca nedenleriydi. Küçük bir protesto grubunun başlattığı bu hareket tüm ülkeye yayıldı ve Mübarek eski kabinesini değiştirerek bir sonraki seçime oğlu Cemal ile birlikte katılmayacağını açıkladı. Ancak bu açıklama ikna edici olmadı ve kitlesel gösteriler Mübarek’i 11 Şubat’ta istifaya zorladı (Mushtaq & Afzal, 2017: s. 7-8). Hüsnü Mübarek’in 11 Şubat 2011’de istifa etmesinden sonra, Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi (SKYK/SCAF) başkanlık yetkilerini üstlendi, bu Mısırlılar için eski rejimin büyük kısmının hâlâ yürürlükte olduğunun bir göstergesiydi. Ordunun iktidarda kalmasından ve yeni bir otoriter rejimin kurulmasından korkan devrimciler ile SKYK arasında yeni bir dinamik yaratıldı. Öte yandan devrimden sonra Mısır’da her şeyi seçimle yapma yönünde büyük bir eğilim vardı ve Mısırlılar adeta Mısır’ı güçlü bir sivil toplumla yeniden yaratmak istiyorlardı (Ghabra, 2014: s. 210-211).
Hüsnü Mübarek’in görevden ayrıldığı 11 Şubat 2011 ile Mübarek’ten sonra iktidara gelen Muhammed Mursi’nin askeri darbeyle görevden alındığı 3 Temmuz 2013 tarihleri arasında Mısır pek çok kez seçim heyecanı yaşadı. Ancak tüm bu demokrasiye geçiş girişimleri, toplumun birbirinden farklı düşünen kesimlerini bir araya getirmekten çok, karşıtlığı ve gerilimi tırmandırdı (Brown, 2013: s. 45-46). Mısır’da Arap Baharı’nın ardından 2013’te yaşanan askeri darbeye kadar geçen süre sivil toplum açısından sıkıntılı geçse de siyasi partilerin oluşumu ve demokrasiye geçiş için olumlu bir ortam oluşturmuştu. Müslüman Kardeşler ilk kez, sözde bağımsız olsalar bile ana hareketi temsil eden bir siyasi parti kurdu (Hamid, 2014: s. 134).
2011’deki devrimden sonra Mısır’ın demokratik gelişmesi için demokrasiye geçiş kuralları üzerinde elit bir uzlaşmaya ve halkın bu sürece katılımına ihtiyacı vardı. Ordu, 2011’de geçiş sürecini kontrol altına aldığında ve tüm kuralları kendi başına yaptığında, bu bileşenlerden herhangi birine ulaşma umudu kayboldu. Mısır’daki gerginlik ve olumsuzluk, Mart 2011’de ordu tarafından yapılan bir dizi anayasa değişikliği için yapılan seçimlerle iyice belirginleşti. Bu ilk seçimle birlikte devrimci koalisyon dağılmaya başladı. Seçim sonucunda seçmenlerin desteklediği “değişiklikler” yerine ordu, yeni ve geçici bir “anayasal bildirge” ortaya koydu. Bildirinin askeri bir emirle yayınlanması da seçimlerin yararsız olduğunu ve anayasanın hala daha rejimin ağzından çıkan söze göre oluşturulduğunu gösterdi. Anayasal süreç boyunca seçmenler 2011 sonu ve 2012 başında seçimler yaparak önce alt meclisi sonra da üst meclisi seçtiler. Seçimler sonucunda ülkedeki İslamcıların güç kazanması, İslamcı olmayanların İslamcı çoğunlukçuluk korkularını derinleştirdi. Mayıs 2012’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Müslüman Kardeşler’in ikinci adayı olan ve eski rejime de hizmet etmiş olan eski general Muhammed Mursi, ikinci tura kalarak seçimleri az farkla kazanmış ve bunu yaparken de seçmenleri “kötünün iyisi” olduğu konusunda ikna etmişti (Brown, 2013: pp. 46-48).
Muhammed Mursi, seçildikten hemen sonra ordunun yetkilerini zayıflatmaya ve meclisi yeniden toplamaya çalıştı. Anayasa bildirgesi çıkarmanın artık cumhurbaşkanına bağlı olduğunu ve ordunun bu konudaki eylemlerinin geçersiz olduğunu belirten bir kararname çıkardı ve ordu buna karşı çıkmadı. Bu arada İslamcı olmayanlar anayasa sürecine dahil olmayı reddediyorlardı ve Mursi bu muhalifleri de taciz ediyordu (Brown, 2013: s. 49). Mursi’nin, seçildikten hemen sonra kurucu meclis tarafından hazırlanan anayasayı uygulamaya zorlaması, Mübarek dönemi baskı politikalarının basına uygulanması, protestoculara yönelik orantısız şiddet uygulanması gibi nedenler, Mursi yönetimine yönelik eleştirilerin odak noktası haline geldi ve protesto gösterileri yeniden başladı. Dini azınlıklara yönelik nefret söylemini ve ekonomik krizi durduramayan Mursi yönetimi, halkın taleplerini görmezden gelerek devleti kontrol etmeye çalışarak rejimi ve Müslüman Kardeşleri Mısır için bir tehdit haline getirdi. Rejim tarafından yeni bir savcının atanması ve 22 Kasım 2012’de Mursi’nin bir anayasal bildiri yayınlaması, Mursi’nin “Mısır’ın Yeni Firavunu” olarak eleştirilmesine neden oldu. Rejim muhalefet tarafından mutlak bir başkanlık tiranlığı olarak tanımlandı ve Mursi’nin yeni anayasa bildirisinin geri çekilmesi istendi. Protestolar sonucunda Mursi bildiriyi geri çekti, ancak muhalefetin aktif olarak karşı çıktığı ana konu olan yeni anayasa üzerinde çalışmaya devam etmek istedi. Bu süreçte Müslüman Kardeşler destekçileri ile muhalifler arasındaki gerilim yoğunlaştı ve Mısırlılar Mursi’yi devirmek için bir sonraki seçimi beklemek istemediklerinden, 2013 yılının Haziran ayında milyonlarca Mısırlı Mursi’nin görevden alınması talebiyle sokaklara döküldü (Pratt & Rezk, 2019: s. 6-7).
1 Temmuz 2013’te general Abdel Fattah el-Sisi, Mursi’ye bir ültimatom verdi ve siyasi krizi çözmesini istedi. Ancak bu olmadı ve ordu 3 Temmuz’da anayasayı askıya alarak Cumhurbaşkanı Mursi’yi görevden aldı. El-Sisi, Müslüman Kardeşler’in toplumsal bölünmelere ve gerilimlere yol açtığını, Cumhurbaşkanı Mursi’nin ise ulusal kurumlara zarar verdiğini söyledi. Ordunun yanında yer alan muhalefet yanlılarına atıfta bulunarak bu darbenin Mısır milleti adına yapıldığı konusunda halkı ikna etmeye çalıştı ve el-Sisi’ye olan güven Tahrir Meydanı’ndaki protestocuların kutlamalarıyla kanıtlandı (Pratt & Rezk, 2019: s. 9). Darbeden sonra yargı ordunun silahı haline gelmesi demokratik süreci ciddi bir şekilde baltaladı ve Mayıs 2014’te sona eren bu kanlı geçiş döneminin ardından Abdel Fattah El-Sisi ülkenin fiili başkanı ilan edildi (Ghabra, 2014: s. 211-213). Ancak bu devrim, El-Sisi’nin vaat ettiği gibi barış ve ilerleme getirmedi. Temmuz 2013’teki darbeden sonra iktidara gelen Sisi rejimi, sadece Müslüman Kardeşler’e baskı uygulamakla kalmadı, bunu gazetecilere, İslami olmayan rejim muhaliflerine ve insan hakları aktivistlerine kadar genişletti. Örneğin, Kasım 2013’te izinsiz protestoları yasaklayan bir dizi değişiklikle, 2011 devrimiyle bağlantılı aktivistler tutuklanıp hapse atılmaya başlandı. El-Sisi rejiminin iktidara gelmesinden bu yana devlet şiddeti ve zulmü kurumsallaştırmış, birçok insan hakkı ihlaline tanık olmuş ve Mısır Devleti’ni adeta yeniden otoriter bir rejime dönüşmüştür (Pratt & Rezk, 2019: s. 11).
Ortadoğu’daki otoriter rejimlerin kökeni, bölge rejimlerinin yalnızca demokratikleşme için gerekli olan kültürel, sosyoekonomik ve kurumsal önkoşullarının olmaması değildi. Ortadoğu’nun, demokratikleşme aşamasına girmeyi başaran dünyadaki diğer dezavantajlı bölgelere göre farkı, demokratik ön koşulların olmaması değil, özellikle topluma dayalı güçlü bir otoriter aygıtın varlığıydı (Bellin, 2012: s. 128). Otoriter rejimler, güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak için ordu, istihbarat teşkilatları ve polis gibi birçok kurumun desteğine ihtiyaç duyarlar. Otokratlar bu kurumların çoğunu parçalara ayırarak güvenlikten sorumlu kurumların sayısını arttırırlar. Bu kurumsal fazlalık sayesinde otokratlar, herhangi bir ayaklanma ve darbeye karşı “koruyucuları koruma” ve “dengeli rekabet” stratejilerine güvenmektedirler. Ancak Mısır’da Tahrir Meydanı’nda toplanan on binlerce öfkeli vatandaşa karşı polis ve istihbarat birimleri yetersiz kalınca Mübarek rejimi hayatta kalmak için orduyu devreye sokmuştu. Son derece profesyonel ve rejim ailesiyle hiçbir bağı olmayan Mısır ordusunun Mübarek rejimiyle uzun süredir dostane bir kapitalist bağı vardı. Ordunun rejim tarafına yatırım yapmak için güçlü ekonomik ve siyasi nedenleri vardı, ancak uluslararası faktörler nedeniyle de askeri seçkinler halka karşı savaşmayı reddetti ve Mübarek’in iktidardan vazgeçmekten başka seçeneği kalmadı (Bellin, 2012: s. 130-134).
Öte yandan Mısır’ın demokratikleşme sürecinde neyin yanlış gittiğini anlamak için süreçte yapılan hatalardan çok ülkenin siyasi mekanizmasının altında yatan otoriter kalıntılara bakmak gerekiyor. Bu otoriter miras, Arap Baharı sonrası dönemde kendisini dört ana şekilde hissettirdi. Bunlardan ilki, otoriter aktörlerin demokrasiye geçiş döneminde kilit rollere sahip olmaları ve kontrolü kendi başlarına tutmalarıydı. Mısır ordusu sürece hakim olurken, sivil aktörler sadece orduyla uzlaşmayı tercih etmişlerdi (Brown, 2013: s. 50-52). İkincisi, onlarca yıldır süren otoriter Mübarek rejimi, İslamcıları baskı altına alan ama aynı zamanda İslamcı olmayanlara da güven vermeyen istikrarsız bir siyasi döneme yol açtı. 2011 devriminden sonra siyasi ve sosyal gündemleri daha yoğun olan İslamcılar hızla örgütlenip yeni sisteme adapte olurken, İslamcı olmayanlar İslamcılarla rekabet edebilecek durumda değildi. Bu durum muhalefet koalisyonu arasında bir görüş ayrılığına neden oldu. Üçüncü neden, Mübarek rejimi ve olağanüstü hal sona ermiş olmasına rağmen, kurum ve kanunların yapısında bazı otoriter uygulamaların hala mevcut olmasıydı. Askeri mahkemeler ve devlet güvenlik mahkemeleri açık kaldı, siyasi muhalifler de ceza korkusu sebebiyle uzlaşma istedi (Brown, 2013: s. 52). Dördüncü ve son olarak, sözde demokratik prosedürlerin uygulandığı ve seçim siyasetinin yürütüldüğü otoriter bir siyasi sistemde demokratik vaatlere karşı bir güvensizlik duygusu vardı. Siyasi aktörler, demokratik prosedürlerin uygulanmasının sadece muhaliflere yardım etmek için bir tuzak olduğuna inanarak demokrasiye şüphecilik ve korku ile baktılar. Demokratik olarak sağlıklı örgütleri ve muhalefeti hem sivil hem de siyasi alanda bastırmaya çalışan otokratik bir politika, demokrasiye geçişin önündeki en büyük engeldi (Brown, 2013: s. 53).
Mısır, tarihi boyunca otoriter rejimlerin gölgesinde yaşamış bir ülkedir. Nasır döneminde başlayan otoriterlik baskısı giderek artarak Mübarek döneminde yaşanan “Arap Baharı” ile kırılma noktasına geldi. Ayrıca tarihi boyunca Mısır’daki baskı rejiminin oluşmasında ve hatta devrimin şekillenmesinde Mısır ordusunun da rolü büyüktür. Öte yandan Mısır da insan hakları konusunda diğer Arap devletlerine göre daha güçlü bir konumda olmuş ve insan hakları konusu hem iktidar hem de muhalefet için bir araç ve söylem olmuştur. Ancak süregelen yıllar boyunca işkence ve keyfi tutuklama Mısır’da ciddi bir sorun haline geldi ve ifade özgürlüğü yok edildi. 2011 yılındaki ayaklanmalar, diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi Mısırlılar için demokratik bir rejimin kurulması için umut vermiş olsa da, devrimin yeşerttiği umutlar, yeni cumhurbaşkanı seçilen ve ordu ile sorunları olan Muhammed Mursi’nin ülkede devam eden sorunlara çözüm bulamaması sebebiyle umutlar söndü. Mübarek rejiminin devrilmesi için bir araya gelen farklı görüşteki muhalifler, Mursi döneminde Müslümanların yükselişiyle çatışmaya girdi ve iktidar ile muhalefet arasındaki ilişkiler hiç olmadığı kadar kötüleşti. Mursi yönetimi 2013’teki darbeyle devrildi ve el-Sisi iktidarı devraldı. El-Sisi, anayasada insanlara ifade ve toplanma özgürlüğü vaad etti ancak bu hiç bir zaman gerçekleşmedi. El-Sisi’nin iktidara gelmesinden sonra Müslüman Kardeşler güvenlikleştirildi ve bunun ardından işkenceler ve keyfi tutuklamalar yeniden başladı. İfade ve toplanma özgürlüğü göz ardı edildi, gazeteci tutuklama haberleri yasaklandı, ve dezavantajlı gruplar lehine hiç bir gelişme olmadı. Müslüman Kardeşler’in de güvenlik sorunu haline getirilmesiyle birlikte Mısır’da otoriteryanizm yeniden tesis edildi ve tüm bu olayların sonucunda Mısır için demokratikleşme hayali yeniden uzak bir ihtimal halini aldı.
1. Arap Baharı Nedir?
Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde, İran’ın 2009’daki “Yeşil Devrimi”nden sonra benzer eylemler gerçekleşti. Bunlardan en etkililerinden biri olan Arap Baharı, 17 Aralık 2010’da Tunus’ta Muhammed Buazizi isimli genç bir seyyar satıcının kendini ateşe vermesinin ardından başlayan kitlesel protestolar ve Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar yayılarak, Arap dünyasında dramatik bir dönüşüme ev sahipliği yapan ayaklanmalardır. “Arap sonbaharı” ya da “Arap kışı” olarak da isimlendirilen bu ayaklanmalar, Soğuk Savaş sonrası dönemde başta gençler olmak üzere bu coğrafyalarda otoriter rejimlerin yarattığı kötü ve yozlaşmış yönetimin bir ifadesi olarak Tunus ve Mısır gibi ülkelerde başlamış, ardından Cezayir, Ürdün, Yemen, Libya, Suriye, Irak, Kuveyt, Bahreyn ve Lübnan’da etkisini göstermiş ve rejimlerin çökmesine, hatta iç savaşlara neden olmuştur (Ardıç & Duran, 2014: s. 681).Siyasi analistler arasında Arap ayaklanmalarının ana faktörlerinin ekonomik bozulma, hükümet yolsuzluğu ve Arap rejimlerinin bireysel özgürlükler üzerindeki baskıcı doğası olduğu konusunda bir fikir birliği vardır. Öte yandan yönetici seçkinlerin ve çıkar gruplarının ekonomik yozlaşması, artan vergilerin, artan gıda fiyatları ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan gençler arasındaki işsizlik rakamlarının yükselmesi ülkelerdeki yolsuzluğu doruk noktasına çıkarmıştır. Arap rejimleri, birkaç istisna dışında, baskıcı nitelikteki ve siyasi gücün belirli azınlıkların tekelinde olduğu otoriter rejimlerdir. Çoğunlukçuluğun ve seçim demokrasisinin olmadığı bu rejimlerde, iktidarın gücünü korumak için yasadışı şiddet, işkence ve hatta cinayet bir rutindir. İktidarlarını korumak için vatandaşlarına karşı bu eylemleri yapmaktan kaçınmayan rejimler, bu insanlık suçlarını haklı çıkarmak için terörle mücadele ettiklerini bile öne sürmektedirler. Tüm bu yapısal faktörlerin yanı sıra Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin intiharı, Mısır’da Halid Said’in işkence ve cinayeti gibi olaylar isyanları kendiliğinden tetikleyen olaylardı. Siyasi analistlere göre, ayaklanmaların kökenlerini ve nedenlerini oluşturan tüm bu faktörlerin yarattığı kıvılcımların bir araya gelmesiyle oluşan alevler Arap dünyasını etkisi altına almıştı (Salih, 2013: s. 186-188).
2. Mısır’ın Tarihsel Arka Planı ve Karakteristik Özellikleri
Mısır 6.000 yıllık tarihi ile Afrika kıtası ve Ortadoğu’daki zengin tarihi mirası ve coğrafi konumu ile tarihin her döneminde farklılığını korumuştur. Dinler tarihi itibariyle her üç dinin de ilgi odağı olmuş, mevcut siyasi yapı da bu mozaikten etkilenmiş ve günümüze kadar muhafazakarlık, sosyalizm, liberalizm, otoriterlik gibi fikirleri içeren çok çeşitli siyasi yapılara sahip olmuştur (Tandoğan, 2013: s. 23). İslam’ın devlet dini olduğu Mısır’da nüfusun çoğu Sünni Müslümandır, ancak Kıpti Hıristiyanlar, az sayıda Yahudi, Şii Müslüman ve Bahai azınlıklar da vardır (Freedom House, 2010: s. 210). Arap Baharı’nın başladığı 2010 yılında 78.629.000 nüfusa sahip olan Mısır’ın GSYİH’sı Dünya Bankası verilerine göre 219 milyar Amerikan Doları’dır (data.worldbank.org). Yine Freedom House’un 2010 raporuna göre Mısır siyasi haklar açısından 6 puan alırken; Sivil özgürlükler açısından ise 5 puan gibi düşük seviyelere sahip olarak “özgür değil” statüsünü almıştır. Ayrıca Mısır, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2009 Yolsuzluk Algıları Endeksi’nde ankete katılan 180 ülke arasında 111. sırada yer almıştır (Freedom House, 2010: s. 210).Mısır, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde siyasi istikrarsızlık nedeniyle Osmanlı Devleti için sorun teşkil eden bir bölge olmuştur. İngilizlerin ve Fransızların bölgeyi ele geçirme girişimi halihazırda zor durumda olan Osmanlı Devleti’ni çaresiz bırakmıştır (Behçet, 2019: s. 303). 1800’lü yıllarda Mısır kendi politikalarını geliştirmeye çalışsa da Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla birlikte İngilizlerle siyasi bir mücadele başlamıştır. Bunun sonucunda Osmanlı Devleti 1838 yılında İngilizlerle bir anlaşma yapmak zorunda kalmış ve böylece Mısır’da 1950’lere kadar sürecek olan İngiliz hakimiyeti dönemi başlamıştır. Bu dönemde Mısır’da artan Arap milliyetçiliği ve çevresel faktörler Mısır’ı adeta bir kaosa sürüklemiş ve 26 Temmuz 1952’de gelişmelerden rahatsızlık duyan “Hür Subaylar” adlı bir grup subay askeri bir darbeyle Kral Faruk’u tahttan indirmiştir. Cemal Abdül Nasır liderliğindeki darbeden sonra Mısır’da monarşi dönemi sona ermiş ve sadece ismen de olsa cumhuriyete geçişin ilk adımları atılmıştır (Tandoğan, 2013: s. 26-27). Otoriter rejimin kurumsallaştığı Nasır döneminde, ordunun siyasi sistemde önemli bir yere sahip olması ve ordu-devlet ilişkisi nedeniyle Nasır kendinden sonraki rejime kontrol gücü yüksek bir devlet mekanizması miras bırakmıştır (Bekaroğlu & Kurt, 2015: s. 12).
Nasır’ın ölümünün ardından halkın desteğiyle 1970 yılında Enver Sedat cumhurbaşkanı seçilmiş ve iktidara geldikten kısa bir süre sonra parti ve ordudaki muhalifleri temizleyerek Sovyet yanlısı radikalleri sistemden atmıştır. Zayıf partilerin siyaset yapmasına izin veren Enver Sedat, Müslüman Kardeşler’in solculara karşı bir denge oluşturacağını düşündüğü için onlara da siyasi arenada alan sağlamıştır (Behçet, 2019, s: 307-309). Öte yandan Enver Sedat, yabancı yatırımcı bulmak için bir miktar liberalleşme yapmış, yukarıda da bahsettiğimiz gibi bazı partilerin faaliyetlerine izin vermiş, basın üzerindeki baskıyı azaltmış ve sivil toplum için alan açmıştır. Bu kısmi serbestleşmeye rağmen yatırımcılar ülkeyi tehlikeli bulmuş ve gelmemiştir (Bekaroğlu & Kurt, 2015, s: 14). Enver Sedat’ın 6 Ekim 1981 yılında Kahire’de uğradığı suikast sonucu trajik bir şekilde öldürülmesinin ardından iktidara gelen Hüsnü Mübarek, Arap Baharı’na kadar Mısır’ı 30 yıl boyunca yönetmiştir. Bu gelişme Mısır’ı demokratik bir ülke haline getirmemiş ancak Mısır siyasetini etkileyerek demokratikleşmenin siyasi bir ifade haline gelmesine neden olmuştur. 80’li yıllarda sivil toplumun önü açılmış ve ifade özgürlüğü gibi alanlarda gelişmeler olmuş ancak bunlar kalıcı olmamıştır (Bekaroğlu & Kurt, 2015, s: 15). Öte yandan Enver Sedat’ın liberal açık ekonomi politikaları nedeniyle Mısır, Hüsnü Mübarek döneminde IMF’ye ve Dünya Bankası’na bağımlı kalmıştır. Yüksek enflasyon, yolsuzluk ve dış borç gibi faktörler giderek kamuoyunun üzerine ağır bir yük haline gelmiştir (Behçet, 2019, s: 310-311).
3. Mısır’da Otoriteryanizm
Arap coğrafyasında sömürgeciliğin sona ermesiyle birlikte yerleşen ve kurumsallaşan otoriter anlayış, zamanla popülist bir otoriter sistemi ortaya çıkardı. Ordu ve devlet bürokrasisiyle güçlenen bu otoriter rejimler, toplumlarını İsrail ve ABD karşıtı söylemlerle bir araya getirerek ve ülke içinde refahın yeniden dağıtımını sağlayarak halklarının gözünde meşruiyet kazandılar. Öte yandan rejimlerin yönetici seçkinler üzerindeki hakimiyeti ve siyasal sisteme hakim olmak için uyguladıkları baskılar bu rejimleri güçlü kılan diğer unsurlardır. Ancak 2000’li yılların başında artan nüfus, yoksulluk ve yolsuzluk gibi etkenler bölgede zemin kazanan otoriter rejimlere karşı protesto gösterilerinin artmasına neden oldu (Sika, 2012: s. 21).Bir seçim demokrasisi olmayan Mısır’ın siyasi sistemi, tamamen iktidardaki Ulusal Demokratik Parti’nin (UDP/NDP) hükümetin her düzeyinde çoğunluğu elde etmesi için tasarlandı (Freedom House, 2010: s. 209). Koehler’e göre (2017), Mısır gibi seçime dayalı otoriter sistemlerde devlet kapasitesi otoriter direnişin önemli bir belirleyicisidir. Otoriter seçim sistemlerindeki yüksek devlet kapasitesi, demokratik olmayan ülkelerde otoriter seçimler yoluyla rejim istikrarını sağlar. Ancak bu tür rejimlerde, yetersiz devlet kapasitesi ve seçimlerin kontrolden çıkması sonucu istikrarsızlık otoriter olmayan rejimlere kıyasla daha kolay yaşanmaktadır. Bu bağlamda, büyük ölçüde despot ama altyapı kapasitesinden yoksun olan Mısır devleti, güçlü olmaktan çok gaddardı. Mısır’da siyasi kurumların gelişiminin nispeten uzun bir geçmişi olmasına rağmen, ülkedeki neo-patrimonyal süreçler kurumların siyasi dinamiklerinin yapılanmasını sınırlamış, dolayısıyla rejimin kurumsal kapasitesini sınırlamıştır (Koehler, 2017: s. 2).
Bağımsızlık sonrası Mısır devleti, neredeyse 1967’den 2011’e kadar süren olağanüstü hal yasasıyla birlikte, yaygın kontrol ve gözetime sahip bir mekanizmaydı. Devletin bu zorlaması, otoriter rejimin korunmasına katkıda bulundu. Ancak vatandaşları tutuklama ve kovuşturma yetkisine sahip olan devlet, Hüsnü Mübarek rejiminin son dönemine kadar keyfi şiddet uygulamadı. Açıktır ki, bağımsızlık sonrası Mısır devletinin şiddete başvurmasına gerek yoktu çünkü rejim, vatandaşların sosyal refah, iş güvenliği ve temel mal ve hizmetler karşılığında medeni hak ve özgürlüklerini değiş tokuş ettiği “otoriter pazarlık” yoluyla hegemonyasını kolayca kurmuştu. Öte yandan, otoriter rejimin yöneticileri kendilerini Mısır’ı hem iç hem de dış tehditlere karşı koruyan ulusal egemenliğin garantörü ilan ettiler. Kısacası otoriter rejimin zulmü devlet zoruyla değil, Mısır halkının rızasıyla sağlanmıştı (Pratt & Rezk, 2019: s. 3-4).
3.1. Arap Baharı Öncesi Mübarek Mısır’ında Otoriter Politika
2011’den önceki son 30 yılda, Mısır hükümeti Mübarek rejimine karşı tamamen sorumlu bir organ haline geldi ve yalnızca onu memnun ederek ayrıcalık ve güç sağladı. Bu kontrolsüz gücün küçük bir merkezi elitin elinde toplanması zamanla yolsuzluğu teşvik etti ve ayrıca rejime karşı muhalefet de yarattı. Ancak herhangi bir muhalefet hareketi derhal bastırıldı ve rejimin halka karşı bu ilgisizliği rejimin giderek daha sorumsuz hale gelmesine neden oldu (Ghabra, 2014: s. 200).1981’de Enver Sedat’ın öldürülmesinin ardından cumhurbaşkanı olan Hüsnü Mübarek, cumhurbaşkanlığının ilk yıllarında basının eleştirisine izin veren ve siyasi tutukluları serbest bırakan bir “ılımlı demokrasi” politikası uyguladı. Ancak Mübarek cumhurbaşkanlığını aldıktan sonra, 1967’den Enver Sedat’ın 1981’de kaldırmasına dek süren “olağanüstü hal” yasasını geri getirdi. Artan olağanüstü hal kararnameleri Mısır’daki olumlu gidişatı kısa sürede tersine çevirdi ve Mübarek rejimi, güvenlik güçleri, muhalefet partileri, seçimler, İslamcı faaliyetler, sivil toplum kuruluşları ve basın üzerindeki baskısını artırdı. Mübarek, muhalifleri mahkum etmek, gazeteleri kapatmak ve insan hakları aktivistlerini hapse atmak gibi ülkedeki çoğulculuğu azaltmaya yönelik politikalar izledi (Brownlee, 2002: s. 6-7).
Eki Görüntüle 2892
Enver Sedat (sağda) ve Hüsnü Mübarek
Enver Sedat (sağda) ve Hüsnü Mübarek
Mübarek rejimi, Mısır halkının ülkede İslami militanlığın yükselişinden korkması nedeniyle özgürlüklerinin kısıtlanmasına hoşgörüyle yaklaşacağı konusunda yanılıyordu ve hükümet bu varsayım üzerine 1981’den itibaren olağanüstü hal kanunlarıyla yönetiliyordu (Ghabra, 2014: s. 199). Ülkedeki yaşam koşullarının kötüleşmesiyle 1990’ların başında İslamcı bir isyan başladı ve hükümet buna yine muhalefeti ezerek karşılık verdi. Siyasi ve sivil özgürlüklerin kısıtlandığı bu döneme 2001 yılında ABD’de meydana gelen “11 Eylül” terör saldırısının yol açtığı huzursuzluk da eklenince halkın hükümete karşı hoşnutsuzluğu arttı ancak hükümet sert önlemler alarak bu hoşnutsuzluğu bastırmaya çabaladı (Freedom House, 2010: s. 207).
2000 yılından itibaren iç siyasetle ilgilenmemeye başlayan Hüsnü Mübarek, bu alandaki konumunu oğlu Cemal Mübarek’e bırakmıştı. 1997 yılında içişleri bakanı olan Habib el-Adli ve Cemal Mübarek arasındaki yakınlık, başta polis teşkilatı olmak üzere iç güvenlik unsurlarını güçlendirdi. Polis gücünün artması da ordunun marjinalleşmesine neden oldu. Rejimin en büyük sorunu hem Hüsnü hem de Cemal Mübarek’in belirli grupları çevrelerinde toplayarak kendilerini izole etmeleriydi. Yeni cumhurbaşkanı olacağını tahmin edenler Cemal Mübarek’i sürekli övüyor, Hüsnü Mübarek’in çevresi onu üzecek bir şey söylemiyor ve Cemal’in gerekliliğini vurguluyordu. Hüsnü Mübarek, yönetimi sırasında çeşitli ekonomik reform programları uyguladı. Ancak devlet özelleştirmelerinden yararlanan rejimin güçlü üyeleri, giderek iş dünyasına hakim olmuş, asgari ücrete ya da işçi haklarına karşı duyarsız hale gelmişti. Çünkü devlet özelleştirmelerinin sınırları veya düzenlemeleri yoktu ve bu da kitlesel yolsuzluklara yol açtı (Ghabra, 2014: s. 200-201).
3.1.a. Otoriter Seçimler ve Muhalefet
2011’de Mübarek’in düşüşünden önce seçim siyasetinde ortaya çıkan tablo, Mübarek’in partisi olan Ulusal Demokrat Parti’nin (UDP) güçlü bir çoğunluğa sahip olduğu ve diğer siyasi partilerin hiçbir önemi olmadığıydı. Yalnızca yüzlerce veya birkaç bin üyesi olan yasal partiler olarak sözde “karton partiler” vardı. 1930’lu ve 1940’lı yılların kısa ömürlü liberal döneminde aktif olan ve kapatılmasının ardından 1970’lerde yeniden kurulan Vefd Partisi, Mübarek dönemindeki otoriter rejim bağlamında parti siyaseti geliştirememiş ve UDP’ye karşı önemsiz hale gelmişti (Hamid, 2014: s. 132). UDP’nin tek organize rakibi, bir toplumsal hareket olan Müslüman Kardeşler’di. UDP’nin yasama üstünlüğü sayesinde, partinin kurumsal olarak ne kadar zayıf olduğu belirsizdi, ancak 1990’daki bireysel aday bazlı seçim reformu bu zayıflığı ortaya çıkardı. UDP’nin tüm ulusal bölgelerde aday gösterebilmesine, ancak muhalefet partilerinin sınırlı sayıda bölgeden aday gösterebilmesine rağmen, bu reformla birlikte 1990 seçimlerinden itibaren Müslüman Kardeşler herhangi bir siyasi koalisyona katılmadan örgütlenerek kendi bağımsız adaylarını yasadışı olarak çıkarmaya başladı (Koehler, 2017: s. 7).
“Otoriter pazarlıkta” muhaliflere uygulanan baskı da keyfi değil, zorlayıcıdır. Mübarek rejimi, kendinden öncekiler gibi en büyük tehdidi İslami hareket olarak görmüş ve bu hareketin en önemli temsilcisi olan Müslüman Kardeşler’i kontrol altında tutmaya çalışmıştı. Müslüman Kardeşler yasal olmasa da sistem içinde örgütlenmeye devam edebildiler. Ancak hareketin halk desteği rejimi harekete geçirdi ve İslamcılara yönelik şiddet arttı. Özellikle 2011 öncesi dönemde keyfi polis şiddetinin artması, otoriter pazarlığın sosyal ve ekonomik faydalarının bozulmasına yol açmış ve toplumsal huzursuzluk ortaya çıkmıştı. Otoriter rejimin hegemonyasının uyguladığı şiddet artık meşru görülmüyordu ve bu nedenle devletin şiddet kullanımını düzenleyen yasaları çiğnemesi gerekiyordu (Pratt & Rezk, 2019: s. 4-5).
1990 öncesi çıkarılan seçim yasası nedeniyle kurumsal desteğini kaybeden UDP parlamentodaki üçte iki çoğunluğunu kaybetti ve Mübarek hükümeti 2011 yılına kadar seçim siyasetine zar zor hakim olabildi. Son yirmi yılda seçimler Mısır’ın siyasi seçkinleri arasındaki sorunları çözmek için bir tür piyasa mekanizması haline gelmişti. Biraz tarafsız bir mekanizmanın varlığı, rejim koalisyonunun çıkarları için otoriter sistemi canlı tutmaya çalışmasına olanak sağladı. Bu dönemde rejime karşı çıkmak yerine seçimlere katılan yeni adayların çoğu, UDP’nin ilkelerine sadık, bağımsız aday olarak yarışmakta ve parti saflarına katılmaya çalışmaktaydı (Koehler, 2017: s. 8- 9). Yıllar içinde artan devlet baskısı ile özellikle 1990’lı yıllarda siyasi parti hayatı önemli ölçüde zayıflamıştı. Ancak, siyasi partiler hala hayattaydı çünkü iktidar muhalefeti ortadan kaldırmak yerine kontrol altında tutmaya çalışıyordu ve bu da çoğulculuk yanılsamasına neden oldu. Özellikle seçim siyasetinin uygulanması, otoriter rejimlere demokrasi söylemini kullanarak kendi meşruiyetlerini yaratmaları için bir alan verdi. Ayrıca hükümetin kendi siyasi partisi, müttefikler ve partizanlar arasında güç dağılımını kolaylaştırdı (Hamid, 2014: s. 133). 2000 yılında yapılan Mısır parlamento seçimleri, siyasi rekabet gücünün artması yönünde umutları artırsa da, muhalefet üzerindeki siyasi ve fiziksel baskı devam etti. Bu baskılar, güvenlik güçlerinin Müslüman Kardeşler mensuplarının evlerine baskın düzenleyip onları tutuklayarak hükümeti devirme suçlamasıyla yargılayana kadar devam etti. Böyle bir siyasi ortamda yapılan 2001 Danışma Meclisi seçimlerinde 88 sandalyeden 74’ünü kazanan UDP, yerel meclis seçimlerinde yargı gözetiminden muaf tutularak Ocak 2002’de yüzde 98 çoğunluk elde etti (Brownlee, 2002: s. 10).
2004 yılında Mısır’da İslamcılar, Nasırcılar, komünistler, solcular ve liberallerin bir ulusal koalisyonu olarak başlayan “Kifaya Hareketi”, demokratik bir dönüşüm gerçekleştirmeyi amaçladı. Kifaye Hareketinin önceliği Mübarek rejiminden kurtulmaktı (Ghabra, 2014: s. 201). Hükümetin güvenlik güçlerini kullanmasına ve hareketi bastırma çabalarına rağmen gösteriler 2005 yılında da devam etti. Aynı yıl Mübarek, çok adaylı cumhurbaşkanlığı seçimlerine izin veren yasada bir değişiklik önerdi, ancak bu yasaya göre adayın bir grup seçilmiş yetkili tarafından aday gösterilmesi gerekiyordu. Muhalefet bu karara tepki gösterdi ve kararın onaylandığı 2005 referandumu boykot edildi. Hüsnü Mübarek 2005 cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandı ve ana rakibi Ayman Nur, seçimden birkaç ay sonra evrakta sahtecilik iddiasıyla 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Aynı yılın kasım ve aralık aylarında yapılan üç tur parlamento seçimlerinde bağımsız adaylar çıkaran ve yasaklanan Müslüman Kardeşler, güvenlik güçlerinin muhalefete yönelik artan saldırılarına rağmen güç kazanmayı başardı (Freedom House, 2010: s. 208). 2004-2010 yılları arasında 3000 protesto gösterisi gerçekleştiren hareket, zamanla medyadan da destek almaya başladı ve değişim beklentileri giderek somutlaştı (Ghabra, 2014: s. 201-202).
2007 yılına geldiğimizde Mısır’da yapılan anayasa değişiklikleri, rejim tarafından onaylanmayan birinin cumhurbaşkanlığına aday olmasını engelliyordu. Ayrıca 179. Madde ile siviller askeri mahkemelerde yargılanabilirken, 88. Madde ile yargının seçimler üzerindeki denetimi zayıflatılmış ve 5. Madde’de yapılan değişiklikle Müslüman Kardeşler’in siyasi parti kurmaları yasaklanmıştı. Buna karşılık, 2008 yılında başlayan protestolar ve ardından gelen işçi grevleri, 6 Nisan Gençlik Hareketi’nin temellerini oluşturdu. Başlangıçta, işçilerin ideolojik olmayan eylemleri zamanla Mübarek karşıtı gösterilerle ortak paydada buluştu ve UDP’nin 2010 parlamento seçimlerinde sandalyelerin büyük çoğunluğunu kazanmasıyla gerilim daha da tırmandı. Halkın huzursuzluğunu hisseden rejim, polis güçlerinin şiddetini sıradan vatandaşa kadar genişletti ve devlet ile halk arasında adeta gayri resmi bir savaş başladı (Ghabra, 2014: s. 202-203).
3.2. Devrim ve Mübarek Rejiminin Sonu
2010 yılında Mübarek’in hasta olduğu gerekçesiyle 2011 seçimlerinde Mübarek’in oğlu Cemal’in mi yoksa UDP’li bir başkasının mı aday olacağı tartışıldı. Bu belirsiz ortam hem parti içinde hem de halk arasında büyük bir gerilim yaratırken, yıl içinde siyasal hak ve özgürlüklere getirilen kısıtlamaların sıkılaştırılması tetiklendi (Freedom House, 2011: s. 215). Haziran 2010’da, polisin yapmaya çalıştığı bir uyuşturucu anlaşmasının video kaydını yakalayan Halid Said’in işkence ve cinayeti, Mısır devriminin tetikleyicisi oldu. Gerginliğin bir başka nedeni de, Selefi gruplarla gizli işbirliği içinde olan rejimin İskenderiye kilisesine saldırmasıydı. Ocak 2011’de sosyal medya üzerinden örgütlenen Mısırlılar sokaklara döküldü ve protestolar yoğunlaştı. Mübarek rejimi, gösterilerin Müslüman Kardeşler ve Amerikan yanlıları tarafından yapıldığını iddia ederek gösterileri hafife aldı. Devrimin programı günden güne gelişti ve ordunun tarafsız bir parti olarak sokağa çıkması ve göstericilere karışmaması herkes için büyük bir sürpriz oldu (Ghabra, 2014: s. 204-208).25 Ocak’ta Mısır’ın “Ulusal Polis Günü” kutlamaları sırasında birçok Mısırlı vatandaş Hüsnü Mübarek’i protesto etti. Mübarek’in iktidara geldiğinden beri sürdürdüğü olağanüstü hal, adaletsizlik, yolsuzluk ve ekonomik aksama bu protestoların başlıca nedenleriydi. Küçük bir protesto grubunun başlattığı bu hareket tüm ülkeye yayıldı ve Mübarek eski kabinesini değiştirerek bir sonraki seçime oğlu Cemal ile birlikte katılmayacağını açıkladı. Ancak bu açıklama ikna edici olmadı ve kitlesel gösteriler Mübarek’i 11 Şubat’ta istifaya zorladı (Mushtaq & Afzal, 2017: s. 7-8). Hüsnü Mübarek’in 11 Şubat 2011’de istifa etmesinden sonra, Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi (SKYK/SCAF) başkanlık yetkilerini üstlendi, bu Mısırlılar için eski rejimin büyük kısmının hâlâ yürürlükte olduğunun bir göstergesiydi. Ordunun iktidarda kalmasından ve yeni bir otoriter rejimin kurulmasından korkan devrimciler ile SKYK arasında yeni bir dinamik yaratıldı. Öte yandan devrimden sonra Mısır’da her şeyi seçimle yapma yönünde büyük bir eğilim vardı ve Mısırlılar adeta Mısır’ı güçlü bir sivil toplumla yeniden yaratmak istiyorlardı (Ghabra, 2014: s. 210-211).
3.3 Devrim Sonrası Mısır ve Başarısız Demokratikleşme
Hüsnü Mübarek’in görevden ayrıldığı 11 Şubat 2011 ile Mübarek’ten sonra iktidara gelen Muhammed Mursi’nin askeri darbeyle görevden alındığı 3 Temmuz 2013 tarihleri arasında Mısır pek çok kez seçim heyecanı yaşadı. Ancak tüm bu demokrasiye geçiş girişimleri, toplumun birbirinden farklı düşünen kesimlerini bir araya getirmekten çok, karşıtlığı ve gerilimi tırmandırdı (Brown, 2013: s. 45-46). Mısır’da Arap Baharı’nın ardından 2013’te yaşanan askeri darbeye kadar geçen süre sivil toplum açısından sıkıntılı geçse de siyasi partilerin oluşumu ve demokrasiye geçiş için olumlu bir ortam oluşturmuştu. Müslüman Kardeşler ilk kez, sözde bağımsız olsalar bile ana hareketi temsil eden bir siyasi parti kurdu (Hamid, 2014: s. 134).2011’deki devrimden sonra Mısır’ın demokratik gelişmesi için demokrasiye geçiş kuralları üzerinde elit bir uzlaşmaya ve halkın bu sürece katılımına ihtiyacı vardı. Ordu, 2011’de geçiş sürecini kontrol altına aldığında ve tüm kuralları kendi başına yaptığında, bu bileşenlerden herhangi birine ulaşma umudu kayboldu. Mısır’daki gerginlik ve olumsuzluk, Mart 2011’de ordu tarafından yapılan bir dizi anayasa değişikliği için yapılan seçimlerle iyice belirginleşti. Bu ilk seçimle birlikte devrimci koalisyon dağılmaya başladı. Seçim sonucunda seçmenlerin desteklediği “değişiklikler” yerine ordu, yeni ve geçici bir “anayasal bildirge” ortaya koydu. Bildirinin askeri bir emirle yayınlanması da seçimlerin yararsız olduğunu ve anayasanın hala daha rejimin ağzından çıkan söze göre oluşturulduğunu gösterdi. Anayasal süreç boyunca seçmenler 2011 sonu ve 2012 başında seçimler yaparak önce alt meclisi sonra da üst meclisi seçtiler. Seçimler sonucunda ülkedeki İslamcıların güç kazanması, İslamcı olmayanların İslamcı çoğunlukçuluk korkularını derinleştirdi. Mayıs 2012’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Müslüman Kardeşler’in ikinci adayı olan ve eski rejime de hizmet etmiş olan eski general Muhammed Mursi, ikinci tura kalarak seçimleri az farkla kazanmış ve bunu yaparken de seçmenleri “kötünün iyisi” olduğu konusunda ikna etmişti (Brown, 2013: pp. 46-48).
Muhammed Mursi, seçildikten hemen sonra ordunun yetkilerini zayıflatmaya ve meclisi yeniden toplamaya çalıştı. Anayasa bildirgesi çıkarmanın artık cumhurbaşkanına bağlı olduğunu ve ordunun bu konudaki eylemlerinin geçersiz olduğunu belirten bir kararname çıkardı ve ordu buna karşı çıkmadı. Bu arada İslamcı olmayanlar anayasa sürecine dahil olmayı reddediyorlardı ve Mursi bu muhalifleri de taciz ediyordu (Brown, 2013: s. 49). Mursi’nin, seçildikten hemen sonra kurucu meclis tarafından hazırlanan anayasayı uygulamaya zorlaması, Mübarek dönemi baskı politikalarının basına uygulanması, protestoculara yönelik orantısız şiddet uygulanması gibi nedenler, Mursi yönetimine yönelik eleştirilerin odak noktası haline geldi ve protesto gösterileri yeniden başladı. Dini azınlıklara yönelik nefret söylemini ve ekonomik krizi durduramayan Mursi yönetimi, halkın taleplerini görmezden gelerek devleti kontrol etmeye çalışarak rejimi ve Müslüman Kardeşleri Mısır için bir tehdit haline getirdi. Rejim tarafından yeni bir savcının atanması ve 22 Kasım 2012’de Mursi’nin bir anayasal bildiri yayınlaması, Mursi’nin “Mısır’ın Yeni Firavunu” olarak eleştirilmesine neden oldu. Rejim muhalefet tarafından mutlak bir başkanlık tiranlığı olarak tanımlandı ve Mursi’nin yeni anayasa bildirisinin geri çekilmesi istendi. Protestolar sonucunda Mursi bildiriyi geri çekti, ancak muhalefetin aktif olarak karşı çıktığı ana konu olan yeni anayasa üzerinde çalışmaya devam etmek istedi. Bu süreçte Müslüman Kardeşler destekçileri ile muhalifler arasındaki gerilim yoğunlaştı ve Mısırlılar Mursi’yi devirmek için bir sonraki seçimi beklemek istemediklerinden, 2013 yılının Haziran ayında milyonlarca Mısırlı Mursi’nin görevden alınması talebiyle sokaklara döküldü (Pratt & Rezk, 2019: s. 6-7).
1 Temmuz 2013’te general Abdel Fattah el-Sisi, Mursi’ye bir ültimatom verdi ve siyasi krizi çözmesini istedi. Ancak bu olmadı ve ordu 3 Temmuz’da anayasayı askıya alarak Cumhurbaşkanı Mursi’yi görevden aldı. El-Sisi, Müslüman Kardeşler’in toplumsal bölünmelere ve gerilimlere yol açtığını, Cumhurbaşkanı Mursi’nin ise ulusal kurumlara zarar verdiğini söyledi. Ordunun yanında yer alan muhalefet yanlılarına atıfta bulunarak bu darbenin Mısır milleti adına yapıldığı konusunda halkı ikna etmeye çalıştı ve el-Sisi’ye olan güven Tahrir Meydanı’ndaki protestocuların kutlamalarıyla kanıtlandı (Pratt & Rezk, 2019: s. 9). Darbeden sonra yargı ordunun silahı haline gelmesi demokratik süreci ciddi bir şekilde baltaladı ve Mayıs 2014’te sona eren bu kanlı geçiş döneminin ardından Abdel Fattah El-Sisi ülkenin fiili başkanı ilan edildi (Ghabra, 2014: s. 211-213). Ancak bu devrim, El-Sisi’nin vaat ettiği gibi barış ve ilerleme getirmedi. Temmuz 2013’teki darbeden sonra iktidara gelen Sisi rejimi, sadece Müslüman Kardeşler’e baskı uygulamakla kalmadı, bunu gazetecilere, İslami olmayan rejim muhaliflerine ve insan hakları aktivistlerine kadar genişletti. Örneğin, Kasım 2013’te izinsiz protestoları yasaklayan bir dizi değişiklikle, 2011 devrimiyle bağlantılı aktivistler tutuklanıp hapse atılmaya başlandı. El-Sisi rejiminin iktidara gelmesinden bu yana devlet şiddeti ve zulmü kurumsallaştırmış, birçok insan hakkı ihlaline tanık olmuş ve Mısır Devleti’ni adeta yeniden otoriter bir rejime dönüşmüştür (Pratt & Rezk, 2019: s. 11).
3.4 Yanlış Giden Neydi?
Ortadoğu’daki otoriter rejimlerin kökeni, bölge rejimlerinin yalnızca demokratikleşme için gerekli olan kültürel, sosyoekonomik ve kurumsal önkoşullarının olmaması değildi. Ortadoğu’nun, demokratikleşme aşamasına girmeyi başaran dünyadaki diğer dezavantajlı bölgelere göre farkı, demokratik ön koşulların olmaması değil, özellikle topluma dayalı güçlü bir otoriter aygıtın varlığıydı (Bellin, 2012: s. 128). Otoriter rejimler, güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak için ordu, istihbarat teşkilatları ve polis gibi birçok kurumun desteğine ihtiyaç duyarlar. Otokratlar bu kurumların çoğunu parçalara ayırarak güvenlikten sorumlu kurumların sayısını arttırırlar. Bu kurumsal fazlalık sayesinde otokratlar, herhangi bir ayaklanma ve darbeye karşı “koruyucuları koruma” ve “dengeli rekabet” stratejilerine güvenmektedirler. Ancak Mısır’da Tahrir Meydanı’nda toplanan on binlerce öfkeli vatandaşa karşı polis ve istihbarat birimleri yetersiz kalınca Mübarek rejimi hayatta kalmak için orduyu devreye sokmuştu. Son derece profesyonel ve rejim ailesiyle hiçbir bağı olmayan Mısır ordusunun Mübarek rejimiyle uzun süredir dostane bir kapitalist bağı vardı. Ordunun rejim tarafına yatırım yapmak için güçlü ekonomik ve siyasi nedenleri vardı, ancak uluslararası faktörler nedeniyle de askeri seçkinler halka karşı savaşmayı reddetti ve Mübarek’in iktidardan vazgeçmekten başka seçeneği kalmadı (Bellin, 2012: s. 130-134).Öte yandan Mısır’ın demokratikleşme sürecinde neyin yanlış gittiğini anlamak için süreçte yapılan hatalardan çok ülkenin siyasi mekanizmasının altında yatan otoriter kalıntılara bakmak gerekiyor. Bu otoriter miras, Arap Baharı sonrası dönemde kendisini dört ana şekilde hissettirdi. Bunlardan ilki, otoriter aktörlerin demokrasiye geçiş döneminde kilit rollere sahip olmaları ve kontrolü kendi başlarına tutmalarıydı. Mısır ordusu sürece hakim olurken, sivil aktörler sadece orduyla uzlaşmayı tercih etmişlerdi (Brown, 2013: s. 50-52). İkincisi, onlarca yıldır süren otoriter Mübarek rejimi, İslamcıları baskı altına alan ama aynı zamanda İslamcı olmayanlara da güven vermeyen istikrarsız bir siyasi döneme yol açtı. 2011 devriminden sonra siyasi ve sosyal gündemleri daha yoğun olan İslamcılar hızla örgütlenip yeni sisteme adapte olurken, İslamcı olmayanlar İslamcılarla rekabet edebilecek durumda değildi. Bu durum muhalefet koalisyonu arasında bir görüş ayrılığına neden oldu. Üçüncü neden, Mübarek rejimi ve olağanüstü hal sona ermiş olmasına rağmen, kurum ve kanunların yapısında bazı otoriter uygulamaların hala mevcut olmasıydı. Askeri mahkemeler ve devlet güvenlik mahkemeleri açık kaldı, siyasi muhalifler de ceza korkusu sebebiyle uzlaşma istedi (Brown, 2013: s. 52). Dördüncü ve son olarak, sözde demokratik prosedürlerin uygulandığı ve seçim siyasetinin yürütüldüğü otoriter bir siyasi sistemde demokratik vaatlere karşı bir güvensizlik duygusu vardı. Siyasi aktörler, demokratik prosedürlerin uygulanmasının sadece muhaliflere yardım etmek için bir tuzak olduğuna inanarak demokrasiye şüphecilik ve korku ile baktılar. Demokratik olarak sağlıklı örgütleri ve muhalefeti hem sivil hem de siyasi alanda bastırmaya çalışan otokratik bir politika, demokrasiye geçişin önündeki en büyük engeldi (Brown, 2013: s. 53).